Bugün epeyi geç oturdum masaya. Yeni ve daha neşeli versiyonumun etkisi ile bayağı orada burada takıldıktan sonra zamanın bana düşmanmış gibi geçip gittiğini fark ettim. Üzerime bir ağırlık çöktü, gözler kepenkleri kapattı ve bir sigara yakıp içtikten sonra uyumaya karar verdim. Yatağa uzandığımdan bu yana 1 saat geçti be kardeşim. İki dakika huzur içinde koyun sayamadım. Hemen psikopatça düşünceler doldu zihnime. Bir insan düşüncelerine, düşüncelerindeki insanlara nasıl uykusu kaçacak kadar ayar olur inan bilmiyorum. Neyse çıkardım emaneti biraz stres atayım dedim…
Şu sana bahsettiğim ciddi mevzulara bir türlü giremediğimin farkındayım ama inan bu özeni gösterebileceğimi hissettiğim ilk anda yapacağım bunu. Bugün hissetmiyorum zombilerin nefeslerini ensemde. O yüzden de pek bir hevesim yok yazmaya. Kalemimi yakacak malzeme lazım bana. Bu saatte elimde şu telefon ve ışığını ne kadar kısarsam kısayım güneşe bakıyormuş gibi hissediyorum. Ulan sustursana beni zalim. Anlaşmıştık. Mızmızlandığım zaman vuracaktın tekmeyi… Her haltı betimlemeye gerek yok şu alışkanlığımdan vazgeçmem gerekiyor. Zaten kafamda olan şeyleri bir kere daha yazınca inan elime hiçbir şey geçmiyor. Bana bilmediklerim lazım. Şimdi nefesini tut seninle beraber derinlere dalıp keşif yapacağız.
Önce bir konu belirlememiz gerekiyor. Öyle çok genel bir şey olmasını istemiyorum. Çünkü halimden de anlaşılacağı üzere erken pes edecek gibi duruyorum. Seni ne zaman gerçekten ciddiye alabileceğim bilmiyorum. Ama başardığım zaman her şey daha güzel olacak inan. Neyse bu yapacağımız şey ilk defa deneyeceğim bir şey o yüzden eleştirirken çok abartma. Gülersen bıngıldağını severim. Şunu da söylemem gerekiyor dilimi de bir değişime zorluyorum ve yazarken kafamda sürekli o mesele olduğundan konsantre olmam iyice güçleşiyor. Eski frekansıma ulaşmam daha ne kadar zaman alacak bilmiyorum ama içimdeki heves ve heyecan inan hiç bitecek gibi durmuyor. Her geçen gün yeniden doğuyor gibiyim. Bu düşünsel serüvene çıkmadan önce, yazı bitene kadar dildeki yenilik çabamı bir kenara bırakacağımı söyleyeyim. Tamamıyla bu işe konsantre olup, gözler buğulanana kadar yazmaya devam edeceğim. Sabret sende. Tribe girme güzelim. Surat ifaden yüzünden bir türlü konsantre olamıyorum…
Cümle sonlarındaki “yor” lar zihninde biraz daha çınlasın da öyle başlayacağım. Ulan bir tek ben dikkat ediyorum herhalde böyle şeylere. Neyse…
Normal şartlar altında nefes almak gibi üzerinde mutlak kontrol sağladığımız şeyler, ancak bir dış gücün etkisi ile nefessiz kaldığımız zaman unutulmuş değerine yeniden kavuşabiliyor. Bak ne kadar didaktik oldu cümle. Eski ben olsa, bunu Dali gibi resmederdi. Şöyle ki, bazı düşünceler onunla ilk teması ne zaman kurduğunu bile unuttuğun bir vakit, nöronların tarafından sahiplenip depolanabiliyor. Yine o zihin bir zaman başına gelen bir olay neticesinde sahiplendiği düşünceyi serbest bırakarak zihninde dolaşmasını sağlıyor. Özellikle stresli anlarda, yaşadığımız şu toplum içerisinde beynin ilkel zamanlarında verdiği hayatta kalmaya yönelik tepkilerin tekrar etmesi sonucu değişen düşünce mekanizmamızı açıklamak istiyorum önce.
Enerjinin diğer organlar için kısılıp beyne yöneltilmesi ve odağın tamamı ile üzerinde çalıştığı işe yoğunlaştırılması sonucu; tıpkı mercek ile güneş ışığının bir noktaya toplanması gibi, bir boş düşünce kalıbı süzülerek zihne düşüyor. Beyin aynı anda o kadar fazla yeri, o kadar ilginç bir yöntem ile kurcalar ki tam performans ve neredeyse kusursuz denebilecek şekilde işleyen bürokratik zincirin idaresini üstlenmiş idealist bir başbakan edası ile sahip olduğu ne varsa kullanır acımadan. Yapılması gereken iş, işçiden yöneticiye kadar aşamalar halinde çözülürken, sen muhtemelen sınav kağıdına “neydi lan bu, neydi, neydi, hııııgk” diye bakıyordun. Zamanında bir yırtıcıdan kaçmak ya da değişen iklim koşullarında hayatta kalmaya yönelik olarak gen havuzunda birikmiş o şeylerin, 21. Yüzyılda dışarı vurumu böyle oluyor işte.
Beynimizin soyut somut-ayrımı yok ki senin sikko hislerine “geç la bunu, bebe yine tribe girdi. Yavrularım siz evrenin sırrını çözmeye devam edin” misalinde şeyler ile memurları hizaya getirip durumu toparlasın. O bizden daha farklı bakıyor duruma. Ne hissedersen onu imajine ediyor ve o hislerin rahat edebileceği şartları hazırlamaya koyuluyor bedende. Evet, beynin böyle hazırlıksız misafirlere dahi gösterdiği hürmete bakarak bir amaca koşulması durumunda gerçekleşebilecek şeyleri az çok tahmin edebilirsin. Bu gerçekleşebilecek şeyler; bir takım depolama, tasnif, tepki ve temel yaşam fonksiyonların idaresi için debelenip durduğu süreci de kapsar. Geriye kalan kısım ise fantezi dünyası ve zihnin en özgür olduğu alandır. Burada tefekkür adındaki laboratuvarda artık elinde ne kadar malzeme varsa özgürce istediğin her şeyi yapabilme imkanını sunuyor sana o “sikko” şeyler için ırgat gibi kullandığın beynin.
Bu bahsettiğim bürokratik zincirin arasında belirli anlaşmazlıklar, yahut dış mihrakların etkisi söz konusu olduğu vakit beyin bu zor sınavı vermek için daha başla yollara baş vuruyor.
Kendimde ve sende yapmaya çalıştığım şey, yozlaşmış bürokrasimizdeki elemanları bir kendine getirmek ve olması gereken şekli ile temel soruları bir daha düşünmek. Bu konuyu biraz daha açıp dün yarım kalmış maneviyata alakalı yazıma kaldığı yerden devam etmek istiyorum. Bizim tembel elemanlar, çoğu konuda işleri rüşvetle halletmeye başlamış ve hatta birçok zaman işten kaytarma yoluna gitmiş yozlaşmış memurlar oldukları için; bunları kendine getirmek farz oldu değil mi?
Çocukluğumuzda beri aldığımız ezberci eğitim, her şeyin yüzeysel bile olsun yorumlanmasında bir engel teşkil etti bizim için. Bu durumda zaten doğru olduğu dayatılan ve üzerine başka düşünceleri bina etmek için referans noktası olarak kullandığımız bu öğretilerin gün gelip de yanlış olduğunu öğrendiğimiz vakit temelden çekilen o tuğla ile beraber geriye kalan her şey de birlikte yıkılıyor. Tabi bizde doğal olarak o tuğlanın yerini canımız pahasına korumak durumunda kalıyoruz. İşte bütün o sabit fikirlerin, ölesiye ve körü körüne savunan düşüncelerin temelinde aslında bu psikolojik kaygı yatıyor. Ne kadar da, “ben hem sağdan, hem soldan okurum” fazında ve boynu ilminin ağırlığından eğilmiş(!) insanlar öyle olmadıklarını iddia etseler de, durum gerçekten onların derinlerindeki korkuyu apaçık ortaya koyuyor. Yıllar boyunca yapadurdukları şeyi bir anda değiştirmelerini beklemek komik olurdu. Bu beklenti ile uzun zaman yaşadığımı söyleyebilirim. Artık o insanlardan beklentim, en azından buna bir şans tanımaları yönünde.
Beyin içerisindeki emir-komuta zincirinin tembelliği sonucu psikolojide oluşan aksaklıklardan bahsediyorduk… Ezberlenen fikirlerin seyretmesi gereken zihinsel yolda bir yerlere takılarak kendi kafalarını yaşamaları ve süre sonra onları bıraktığın yerde bulamama durumuna getirilen o kadar çok açıklama var ki. Ezberin kafada daha iyi yer tutabilmesi ve bizi moronlaştırmak, daha iyi moronlaştırmak ve profesyonel moron olana kadar devam edecek bu moronlaşma sürecine ellerinden gelen katkıyı sunmak adına, ezberleme stratejileri adı altında sunulan birçok şey görebilmeniz mümkün. Bu meselenin “info-data-knowledge” sürecinde, dilimizde bunların hepsinin bilgi diye tabir edilmiş olmasına takılmadan, “info” kısmında tıkanıp kalmayı bir adet olarak sindirmemize neden olduğunu açıklamaya çalışıyorum. Tamam biraz karmaşık bir cümle oldu ama daha normal bir yazı olması isteğimle bağladım kalemimi. Biraz zor olsa da alışmak, yazının sonlarına doğru, tam sen kanser olmuşken öğrenmiş olmayı ümit ediyorum. Neyse şimdi bu “info” denilen şey, bilginin zihinde sınıflandırılmadan önceki işlenmemiş hali olarak özetlenebilir. Biz aslında ezberlemek suretiyle bütün o süreci atlayarak; işlenmiş, bebek gibi bilgiyi zihnimizle emiklemeye çalıştığımız için bu durumdayız. Hem ne olduğunu anlayamıyoruz hem de varlığından bile haberdar olmadığımız milyon tane basamağı aşarak ulaştığımız yerde kendimizi bir bok sanıyoruz. Bunları neden anlattığımı birazdan açıklayacağım hemen horozlanma istersen.
Bak şimdi sana biraz önce bahsettiğim o bürokraside, alt basamaklar bilgilerin edinilmesi noktasında sürekli atlandığı için semirerek işe yaramaz hale geliyorlar. Sonra bir gün, sen o sistemden bir üretim talep ettiğinde gerçek ortaya çıkıyor işte. Bir halt bilmiyorsun. “Ğııııhk” diye kitlendiğin sınav kağıdından vazgeçip ufka kitlenmenin sebebi bu olay işte. Şimdi ne olacak peki? Emek verdiğini ve kendini geliştirdiğini sandığın onca zamanı çöpe mi atacaksın? Onu yapacak seviyede biri olmadığını ikimiz de biliyoruz… Psikolojik ve zihinsel evrende kimse yanlış bağladığı düğme ile dandik modacıların tasarladıkları kıyafetlere dönmüş imajını düzeltme derdine düşmüyor. Bunun az çok sende farkındasındır. O evrende herkes bir birini öyle görmeye alıştığı için bir seviyeye kadar yanlış giden şeyler insanların gözünde normalleşmiş durumda. Tamam hadi belirli şeylerde bu tolere edilebilir ama konular derinleştikçe o kıyafet başına bela olmaya başlıyor.
Şöyle ki şu an yeryüzünde meydana gelen bütün sıkıntıların altında başta önemsemediğimiz o dandik düğme var güzel insan. (43/ZUHRÛF-24: “Şayet ben size atalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş olsam da mı?” deyince, dediler ki: “Doğrusu biz sizinle gönderilen şeyi inkar ediyoruz.” Mealindeki ayette sözü edilen insanların duruma düşüyoruz sürekli. Hem de hiç farkında olmadan… Kafamdaki şeyleri unutmamak adına hızlı hızlı yazıyorum sadece. Olayımız da bu işte. Birazdan hepsini beraber birleştireceğiz seninle.
Bu ayet, maneviyatımın çağladığı bir dönemde karşıma çıkmış ve beni iki cümlede allak bullak etmiştir. Hani nehir bazı taşların üzerinden akar gider, bazılarının da yanından akar ya. İşte bu ayet ile önüme bir anda set çekildi benim. Yaptığım şeyde bir gariplik olduğunu hissettim. Ani gösterdiğim değişimi, inancımı temel alarak inşa etmeye çalıştığım sırada; okuduğum kaynakları beyin süzgecinden geçirdiğimi sanarak tuğla tuğla inşa ediyordum kendimi. Manen yükseldim, yükseldim, yükseldiğimi sandım.. . Taki tepetaklak olup, kafayı yiyene kadar. Anlatmamın bir öneminin olmaması ve riyaya düşmek istemememden dolayı geçmek istiyorum o kısmı.
Bu ayet gibi, Kuran’da düşünmemizin ve biraz olsun akletmemizin sürekli telkin ediliyor oluşuna kulak tıkamak bir yerden sonra diğer şeyleri duymamanıza neden oluyor. Kulaklarımı açmaya karar verdiğimde kendimi vesveseye kapılmış, şeytanlaşmış, şirk unsuru aşağılık bir köpek olarak görüyordum. Bir anda o kadar çok şeyi duymaya başladım ki. Duyduklarım gerçekten tahmin edemeyeceğin kadar çok hırpaladı beni. Neyi neyere koyacağımı bilemeden, herhangi bir insani özelliği sorgusuz yaşayamadan ayları geçirdim. Bu süreç içerisinde, önce çağladığım döneminin özlemi beni içten içe yaktı durdu. O zamanlar bir ağaç kavuğunda, biraz sessizlikte huzuru bulabileceğime inanıyordum. Sorgulamadan kabul ettiğim bilgiler, sorgulamaya başladığım zaman zihnimin tembel memurlarını dumura uğrattı güzel insan. Hepsinin kendini saldığını ve dikkat çekebilecekleri konulardan beni sürekli saçma sapan bahanelerle uzak tuttuklarını fark ettim.
Göbeklitepe’nin keşfinin de bir ispat niteliği taşıdığı, insanlık tarihinin başından beri inancın( ki burada dinlerden bahsediyorum) yeri hep çok büyük olmuştur. Ben ise Allah’ın varlığına gerçekten iman ettiğimden beri, evrende ondan başka gerçekten önemli olabilecek bir şey bulamıyorum. Dünyanın o plastik halini çiğneyip çiğneyip tükürmekten bıkar hale geldim. Tam gerçeği bulduğumu sandığım o birkaç aylık zaman diliminde beni aşama aşama Quasimodo’ya çeviren süreç, en sonunda imanımı da inançlarımı da bir süreliğine nadasa bırakmaya zorladı beni. Cennetten kovulmuş gibi sürekli acı çektim durdum. Nerede hata yaptığımı bulamadığım ve bu psikolojide daha çok hata yaptığım o dönem, kendi içerisinde bir kısır döngü haline gelerek içime işlemeye başladı. Derken dua etmeye bile yüzüm tutmaz hale geldim. Kainatın yaratıcısı olduğuna inandığım yaratana sığınmak yerine kendi başıma halletmeye çalıştığım her an kaybettiğimin ancak farkına varabiliyorum ve bir şeylerin ters gittiğini.
Herkes tekamül sürecinde Allah’ın üflediği ve çoğu zaman ağır gelen o bilinç ile baş etmeye çalışıyor. İnsanı hayvandan ayıran o bilincin sorumluluğunu gerçekten üzerine aldığın vakit; önceleri clublarda götünden ter akıttığın zamanlarda ne kadar fazla şeyi kaybettiğini anlayabiliyorsun. İşin kötü yanı bu yaşanılanların psikolojide farklı, tasavvufta farklı, tasavvuftan ayrı salt İslamda ayrı, falcılarda ayrı, annemde ayrı, arkadaşlarımda ayrı isimlerinin olması oldu. Daha da kötüsü ben hepsini dinledim. Yüzlerce antidepresan, onlarca tütsü, saatlerce tefekkür ve zikir, aylarca araştırma ve çekilen acı sonucunda görebildiğim tek şey, pişmem için gereken ısının fazlalığına verdiğim saçma tepkiler oldu.
Ağır depresyon teşhisi konulduğunda “oh demek sebebi buymuş” dediğimi hatırlıyorum. Sebebinin o olmadığını anladığım zaman bu durumu cinlere yordum ki mantıklı sebeplerim de yok değildi. O meseleleri de uzun uğraşlar sonunda savuşturduktan sonra ve artık bok atacak kimse kalmayınca kapımda duran nimetleri ne kadar küstürdüğümü fark ettim. Debelen, kıvran, acı çek derken bunlar içimde ne kadar yer etti bilmiyorum. Şöyle söyleyebilirim artık bir tanesini bile hayatımdan çıkarmaya çalıştığımda canım yanıyor. Hepsi resmen parçam haline gelmişler. Tekamül sürecinin engebelerini, emekleme çağında ve yalnız bir şekilde aşmaya çalışmama rağmen hala yaşıyor oluşumu bağlayabildiğim tek mantıklı sebep, ondan bağımsız bir yaprağın bile düşmediği O tek Varlık. Ne kaçabildiğim ne de dayanabildiğim o hisler, beni nereye gidersem gideyim sürekli O’na döndürdü. Asla onsuz yaşayamayacağımı bildiğim an huzuru aramaktan vazgeçtim. Anlamı da terk ettim. Bir süre kral tv şarkıcıları misali bir kafa yaşadıktan sonra sürekli kendimi bulduğum nokta yine O’na yöneldiğim zamanlardan hatırladığım huzur oldu. Her gün hiçbir şey yapmasam da, kafatasımın içindeki lapadan dolayı 3 insan kadar yaşasam da, bir şekilde O’nun tekamül sürecimde bana destek olacağını ümit etmekten başka bir çarem yok.
Başta, nereden ezberlediğimi bile unuttuğum şeylerin bilincime sinmiş ve artık bilincimle bütünleşmiş olmasından dolayı uzun zamandır oraya ait olmayan ne varsa, arkeolojik kazı niteliğindeki, saatler süren tefekkür süreçlerinde bulup çıkarmaya çalışıyorum. Bayağı mesafe kat ettiğimi söyleyebilirim. Bunun yüzeysel ve bir şekilde saçma da olsa, ifade edebildiğim kısmına sen de şahit oldun.
Bilincin üflenmesinden bu yana içimizi kemiren ontolojik soruların Allah tarafından gönderilen elçilerle gideriliyor oluşu ne büyük nimet değil mi? Her şey bu kadar güzelken bizim gidip Kitabından başka şeylerle bilincimizi kirletiyor oluşumuz… Bak görüyor musun bu fikrin sonucu, şu an çok popüler ve göz önünde olan “Only Kuran” akımının savunulduğu temel aslında. Buna karşı savunulan argümanlar da en az bunlar kadar iyi savunulan fikirler. Sadece bunlarla da sınırlı değil ki arkadaş. Eğer içinde artık gizleyemediğin bir arayış ve bunun sebep olduğu çırpınma sürecinde can havliyle bir yere tutunmak dinen caiz olsa bile, nereye tutunacağını kestiremiyor ki insan.
Ya Rabbi bu devirde akıl edebilmek o kadar zor ki… Hakikatin tek olduğunu bilmeme rağmen, bunun Allah tarafından gönderildiğine inandığım son din İslam’ın dışında bir yolla ulaşılabilir olduğunu kabul etmekte zorlanıyorum. Çok kullandığım ve minik dimağlarda illüminatiyi çağrıştıran piramit metaforunu kısaca açıklamak istiyorum…
Gidiş yolları farklı olsa da ulaşılabilecek tek bir gerçek vardır felsefesi bu kısaca. Tamam böyle düşünmek gerçekten çok güzel ve beni büyük bir yükten kurtaracak ama Allah inancı olmayan biri hakikatte kendi yolundan giderek ulaştığı zaman bunu kabul edecek olgunluğu gösteremiyorum. Krishnamurti gibi herifler, iki tel saçını rüzgarda savurarak inançsızlığına iman etmelerine rağmen bir noktaya ulaştığı sanıyorlarken, ben nasıl olacak da gerçekten hakikate yüzümü çevirip çileci bir bakış açısı ile akledebilirim bilmiyorum. DAEŞ’i sapıttıran Kur’an, Arabi’yi kendi değişine göre fenafillah makamına ulaştırabiliyorsa; ben doğru yolda yürüdüğümden nasıl emin olabilirim? Yokluk sırrına erilen ve tahayyül bile etmekte zorlandığım o makamda en-el Hak diyen Hallac-ı Mansuru, daracağına götürenler mi hak yoksa Hallac-ı Mansur mu?
Tamam hakikat tektir hiçbir şey onu değiştiremez ama bu hakikate bakışımız ile değişen varlıklarımız yüzünden acı çekiyorsak eğer, nasıl bakmamız gerektiğini bulmamız için hangi yol ile akıl etmeliyiz? Anlamların zihinlerindeki tezahürü yüzünden ayrı düşen alimlerin birbirlerini sürekli küfür ehli olarak suçladığı bu ahir zaman denilen zor çağda, insanın kendi başına bir yol çizmesi doğru olur mu? Örnek almam gereken peygamberimizi bile, hadislerin sahih olmadığından dem vurarak sorgulamaya iten ve sürekli inancımın içindeki bütün temel taşlarını put gibi gösterip, yıkmam gerektiğinin telkin edildiği bu zamanda nasıl hem akıl sağlığımı koruyup hem de akledebileceğim? Sorgulamadan kıldığım namazlar, bilmeden okuduğum dualar bana kendimi anlamsız hissettiriyorsa nasıl salatımı bir ritüel olmaktan çıkarıp da ibadet haline getireceğim? Ey kimliğindeki İslam ibaresini utanarak taşıyan sözde Müslümanlar! Sesime kulak verin ne olur…
Kainatın bir yaratıcısı olduğuna iman ediyorken ondan daha önemli bir dert olabilir mi insanın içinde? İki hatunun yanında bile “aman şimdi yıbız dırmıyıyım” diye şekilden şekile girerken sen; ben kime derdimi anlatacağım? O şekilci iç dünyanız, boş fikirleriniz, anlamsızlığınız, aşağılık ve nankör oluşunuzun dışında sayfalarca dizebileceğim sıfatlarınıza rağmen, hala hangi yüzle sizinle iletişim kurmamı bekliyorsunuz? Sizinle var olabilmek ancak sizin frekansınızda mümkün ve o frekansı reddettiğim zaman çevremde insan kalmıyor be vicdansızlar. Vıcık vıcık ve içi boş halinizle mücahit, siyasetçi, bilmem ne kesildiğiniz zaman, genzimi vakumlayıp suratınıza tüküremediğim her an acı çekiyorum. Daha iyidir diye ezberlediğim, vurduğunuz zaman diğer yanağımı çevirdiğim her an gözlerinizde gördüğüm o iğrenç zafer sevincini size tattırmaktan bir ara zevk bile aldım. Ancak bundan sonra hakkınız kısas soysuz piç kuruları. Ezberlediğim ne varsa zihnimden silip yeniden başlayacağım. Kainatın yaratıcısının şu mavi ve sevimli gezegende yarattığı bir kulunun debelenmesine anlayış göstereceğine inanıyorum. Doğamda var olan şeyleri inkar ederek bir yere varamadığımı gördüm artık. Hepsi benim ve bütün hatalarımı kabul ediyorum. Faturasını hala ödediğim o kadar şey için beni bir an bile suçlayacak olursan belanı sikerim bebe. Yıkmaya çalıştığım her şeyi yıktıktan sonra yeniden başlayacağım. Hissediyorum artık o gücü. Toplumun ne derleri yüzünden, bu güzel olabilme ihtimaline de sahip olan hayatta kıç kadar bir yerde kendimi nefes almak için çırpınan bir şekilde görmekten bıktım. Sayenizde ne “siz” olabildim ne de kendim ulan. Manyak ettiniz beni iyice…
O ilkel beynin bir şeyleri algılasında bana “ıyyyy, ni kidir kibirli bi iğlin bi!” deme diye yazmıyorum bunları bebe. İnan senin o bıngıldağına dokunmuş herhangi bir şey gerçekten umurumda değil. Bu kibrimden kaynaklanmıyor. Sadece senin embesilliğinden kaynaklı. Bunu sakın gözden kaçırma. Ulan o kadar çoksunuz ki… İ am legent’daki yaratıklar gibi fırsatını bulsanız üzerime üşüşeceksiniz gibi hissediyorum sürekli. Vallahi çok yoruldum maske takmaktan. Sayenizde yapamadığım şeyler için pişman olmaktan. Telafi etmeye çalışırken tüy dikmekten gerçekten çok yoruldum. Galiba biraz rahatladım bu sefer. Sen oradan göremesen de yazarken zihnimde canlanan şeyler, bazı şeylerin farkına varmama bile neden olabiliyor. O yüzden sen olmasan ben bir hiçim güzellik. Neyse bu manevi durumu biraz daha açarak, sorduğum sorulara verdiğim cevaplarla birlikte bir süre daha yazmayı sürdürmeyi düşünüyorum şimdilik nokta.