Kimin yerinde olmak istiyorsun?
Hayır öyle değil…
Gerçekten kimin yerinde olmak istiyorsun?
…
İkisi de olabilirsin. İkisisin de…
(Diğer yazının linkini bu cümleye ekliyorum.)
***
“İsteklerimiz inandıklarımızın bir sonucu aslında ve hatırladıklarımız da ne bildiğimiz hakkında bilgi veriyor.”
Bu cümleden yola çıkarsak, biz aslında isteklerimiz ve tecrübelerimizin bir sonucuyuz değil mi? Peki madem öyleyiz, buna rağmen kim olduğumuzu gerçekten nasıl bileceğiz?
Eğer yaşadıklarımızı kendimizden bilip yahut yaşadıklarımızı kendimiz bilip devam ediyorsak bir kurgu için; kendimizi ne için bilmek anlamlı olacak?
Biz parçaların bir bütünü müyüz yoksa bütünün bir parçası mıyız?
Kim olduğumuz mu önemli yoksa kendimizi anlama biçimimizi kim olduğumuz yerine koyarak bu işin üstesinden gelebilir miyiz?
Baktığımız şeylerde her zaman bütünü görmeye eğilimliyiz. Çünkü fazlası bizim için gereksiz ve anlamsız bir halde orada bizi rahatsız etmek için varlığını sürdürür. Gerçekten böyle olduğunu düşünerek şu an yaşıyor olduğun hayatı üç maymunu oynayarak yaşamaya devam edebilirsin. Ancak “gerçek” böyle mi sence?
Bu duruma kendimizi kaptırmamız için gerekli ve anlamlı şeylerin ezberlediğimiz şeyler olduğunu ve mekanizmanın dişlilerini biraz olsun görmemiz gerektiğini anlatmaya çalışıyorum yazılarımda uzun zamandır. Başlıklar, konular, özneler, sözcükler değişse de anlam, öz aynı hep farkında mısın?
Gel geçen yazıda bahsettiğim benlik kavramına biraz daha devam edelim mi ne dersin?
-Ağbiiiy!
+Bak yavrucuğum yazıya başladım ve aramız bozuk. O yüzden bir süre gidip uzak bir yerde acı çek olur mu?
-Hatamı anladım barışalım mığ ağbiy?
+Geç otur kenara Fikri hatanı telafi etmen için bundan fazlası gerekiyor…
-Pki.s
+Dalga mı geçiyorsun Fikri?
-Abi olmaz. Unuttun mu? Bugün benim doğum günüm!
+Ne kadar çabuk büyüyorsun… Daha dün saçma sapan bir düşünceden ibarettin…
-Hala saçma sapan bir düşünce miyim ağabey?
+Tamam “pki.s” nin sebebini şimdi daha iyi anlıyorum… Sana galiba biraz fazla yükleniyorum Fikri.
-Ağabey artık girelim mi konuya? Sonra bana kızıyorsun…
+Yeter Fikri. Duygu sömürüsü yapma olur mu?
-Ağbi bugün benim doğum günüm ama! Unuttun mu çabuk büyüyorum.
+Sadece 2 yaşına bastın Fikri… Şu an bilincin kapalı olmalıydı, zihnimdeki şeyleri birkaç dişinle kemirmen gerekiyordu Fikri…
-Hadi girelim ağabey…
+Ağabey deyince büyümüş görünmüyorsun Fikri…
-Ama ağbi deyince de 20 santimmişim gibi görünüyorum ağabey…
+Tamam öyle olsun hadi girelim madem…
Şimdi müsadenle sorulara kendimce cevaplar vermek ve bunlar üzerinden mevzuyu devam ettirmek istiyorum…
Eğer aslında isteklerimiz ve tecrübelerimizin bir sonucuysak, buna rağmen gerçekten kim olduğumuzu nasıl bileceğiz?
Arzularımızın tutarlı görünmesi uğruna, arzularımıza göre şekillendiremediğimiz benliğimizi, bir dış katmandaki kimliği şekillendirmeye çalışarak tatmin olmaya çalışıyoruz. Bu durumlarda benliğin karşı çıktığı durumları kimlik esneyerek tolere edebildiği için o sürecin sonucu olarak tatminin yerini kimlik ve benlik karmaşası alıyor. Tecrübelerimizin olduğumuz insan üzerinde doğrudan bir etkisi olduğu ve bu etkinin de gerçekten dikkate değer bir oranda olduğunu biliyoruz zaten. Ancak tecrübelerin üzerimizdeki etkilerini tam olarak bilemiyoruz. Aynı şeyleri yaşayan farklı insanların, tecrübeleri ile oldukları insanlara kattılarına bakarsan ne demek istediğimi daha rahat anlayacaksın.
Buraya biraz beyaz boşluk ekleyeceğim sen de bu sırada biraz zihninde turla ve dediğim şeyi düşün olur mu?
Demek ki, tecrübeler aslında olduğumuz insanın çizdiğimiz rotasında ilerlemesi için dayanak olarak gördüğümüz vasıtalar. Peki o zaman varlığımız gerçekten neye bağlı? Tecrübelerimiz ve isteklerimize mi? Bunlarla bağlantılı olsa da, bu çeper içinde tutsak kaldığını söylememiz zor.
Bunun soyut parçasına geçelim şimdi. Tecrübelerden kastımın yaşanmışlıklar olduğunu düşünebilirsin. Aslında yaşanmışlıklardan çok, yaşanmışlıklar içerisinden yaptığımız çıkarımlardan bahsediyordum. Önceki durumda, yaşadığın ilişki senin için “ilişki tecrübesi” iken; bu durumda ilişkiyi kazarak, bulduğun soyut maddelerden yonttuğun bir varlık olmalı. Ne demek istediğimi anlıyor musun?
Peki madem bunu bir örnek ile açıklamaya çalışayım. Tabi önce zihnimizin biraz yakıta ihtiyacı var çalışmak için. Sorulara ihtiyacı var… Eğer bizi fiziksel manada tecrübe edinemeyeceğimiz bir yere kapatırlarsa orada ne olacağız?
Kimliğimize bir ihtiyacımız kalmayacak. Ancak kimlik ortadan da kalkmayacak. Bu durumda fiziksel olarak tecrübe edinemeyeceğimiz o ortamda her şey için yine kendimizi referans olarak belirlememiz gerekecek. Bu kendi içinde dönme süreci hemen hemen bütün dinlerde bir aracı olarak görülmüştür. Bir insan kendi içinde dönerken aslında benliği etrafında dönerek ona git gide yakınlaşıyordur. Bu durumda kimlikler yavaş yavaş etkisini yitirir ve benlik etrafında ona yaklaşma arzusu ile yanar hale gelirsin. Peki burada edindiğimiz şeyler de bir düşünsel tecrübe değil mi? Yani bunları da hatıralarımız arasında sayabiliriz değil mi?
Yani ilişki tecrüben kendin ile olduğu zaman edindiğin şeyler asıl varlığına daha yakın şeyler oluyor. Bu duruma ulaşmak için kullandığımız metotlar his ve düşünceler ise bunları ezberlediğimiz anlamlarından çıkarıp hakikate yaklaştırmadan bu yola çıkmamamız gerekiyor.
Kendimiz ile kurduğumuz ilişkideki iki özne de bizken; hangisi gözlenen, hangisi gözlemci nasıl bileceğiz? Birinin diğerinden nasıl bir farkı olacak?
Bu durumu şöyle ifade edeyim. Yüreğin mevzular değiştikçe ifade ettiği anlamlar da değişir değil mi? Bilimsel bir mevzuda kan pompalamak için uğraşan, emekçi ve yumruk kadar bir et parçası iken; hissettiklerini ifade ederken, ne olduğunu ve nerede olduğunu bilmezken sen, sol yanını göstererek sembolik bir şekilde ifade ettiğin bir varlık haline gelir. Halbuki biri kalp iken, diğeri kalbin içine tarih boyunca yüklenmiş anlamların toplamını oluşturur zihninde.
Aslında zamanı gelmişken gel biraz açalım şu mevzuyu…
İlk insanlar kalbin duyguların ve ruhun merkezi olduğuna inanırlardı. Birine karşı bir şeyler hissettiklerinde kalpleri hislerine paralel ritim tuttuğu için, ki o zamanlar insanlar birbirlerine karşı bir şeyler hissettikleri zaman kalpleri çarpardı, duygular ve ruh ile doğrudan bir ilişkisi olduğunu düşünürlerdi. Kalpten alınan bir yara da yine ölüme sebep oluyor ve mantık zincirinde zaten kalbe anlam yüklemek isteyen atalarımızın bu görüşünü kuvvetlendiriyordu. Sonra bu süreç kalbe yüklenen anlamların artması ve birleşerek büyümesi ile eski Mısır’da kalbin akıl, idrakin de merkezi olmasına kadar sürükledi insanlığı. Kutsal kitaplarda yüreğe yapılan atıflar ile kalp sembolik olarak bu düşünceyi bu zamanlara kadar yavaş yavaş kazıdı zihinlerimize. Ne gariptir ki hepimiz hislerin ana vatanının hala orası olduğunu kazındığı yerden bilmekteyiz…
Konumuza dönecek olursak; kendimize maruz kaldığımız o tecrübeler, aynı zamanda benliğimize dokunabildiğimiz nadir zamanı bize bahşedenlerdir. Bu durumu birçok yerde, birçok farklı kültürde, dinde, dilde görebilmek de mümkün. Benliğin kimlikten süzülerek düştüğü yer ise neresi gerçekten bilmiyorum. Yürek de olabilir, akıl da. Neresi bilmiyorum ama o birkaç damlaya gerçekten ama gerçekten çok ihtiyacımız var. Buralardan “gerçekten kim olduğumuzu nasıl bileceğiz” sorusuna dair bir şeyler bulabildiğini düşünerek diğer sorulara geçmek istiyorum ama içim hiç rahat değil. Biliyorum sürekli konudan uzaklaşıyorum ama bu içe dönüş sürecinden, uzun zamandır içimize işlemiş şeylerle yarardan çok zarar da sağlayabiliriz benliğimiz için. O orada bir şekilde varlığını sürdürüyorken rahatsız ederek kirletmeni istemem. En azından kimsenin kirletemeyeceği bir yerde ve senden dahi saklı bir halde varlığını sürdürüyor…
Geçelim diğer soruya…
Eğer yaşadıklarımızı kendimizden bilip yahut yaşadıklarımızı kendimiz bilip devam ediyorsak bir kurgu için; kendimizi ne için bilmek anlamlı olacak?
Biraz karmaşık bir soru. Ancak bazen böyle karmaşalara ihtiyacımız oluyor. Çözerken kendimizi bulabilmek için…
Yaşadıklarımızı kendimizden ayıramıyoruz nedense. Onlar, zamanında düşünüp kaydettiğimiz şeylerin bir sonucu olarak varlığımız sebebi olduğu için, bizim de bir sonucumuzmuş gibi görmek istiyoruz. Aslında biz yalnızca o yaşanmışlıklar ile kesişmiş varlıklarız. Geçenken sürtündüğümüz o yaşanmışlıklar, değdikleri yeri yakmış, yaralamış olabilir bu kalıcı olarak bir zarar da vermiş olabilir derimize, anlıyorum. Ancak biz sadece geçmiyor muyduk oradan?
Yaşadıklarımızın sebebi biziz. Evet hal böyle olunca yalnızca geçiyoruz demek de olmuyor diye düşünebilirsin. Haklısın da kendine göre… Ancak bu bir süreç. Biz bir süreciz. Süreç içerisinde uğradığımız baskılar ve törpülenen benliğimiz sonucu olarak birlikteyiz. Seninle beyaz bir sayfa üzerindeki lekeler vasıtası ile o yüzden konuşabiliyoruz. Süreçlerimiz kesişti.
-Ağabey…
+Tamam biliyorum ne diyeceğini.
-Peki.
Fikri bana kendi içimde çeliştiğimi söyleyecekti. Ancak bilmediği şey şu…
Fikrinin söze girdiği her an bir şeyin sonucu ve o sonuç ise başka bir şeyin başlangıcı olarak varlığını sürdürüyor. Fikri o şeyin yüzeyi iken derinin de ise bir amaç var. Bunu demin bahsettiğim yürek misali gibi anlayabilirsin. Fikri’ye yüklenen anlamdan ötürü en azından biraz olsun nefes alabiliyoruz çıktığımız yerde. Bir insan nefesini tutarak ne kadar yaşayabilir ki?
-Ağabey…
+Tamam öyle olmadığını sen de biliyorsun. Yalnızca okuyucuyu manipüle ediyorum konudan uzaklaşabilmek için. Hem sana doğum günü hediyeni vermedim daha değil mi?
-Vermedin ağabey……………
+Kapat gözlerini.
-Kapattım.
+Bak gözüm üzerinde açma sakın.
-Tamam işte kapalı bak.
+Bakıyor muyum diye de açmaman gerekiyor Fikri.
-Tamam tamam kapalı işte ver artık.
+….(¯`v´¯)….. ·.¸.·´…¸.·´.. (☻//▌ ♥ ♥/\-:))))))))))Ne zaman çektin bunu şapşik:))))))))))))
+Tamam sen buna bakadur biz devam edelim olur mu minik sincap.
Benlik tecrübelerden soyunduğu zaman nasıl görünüyor acaba? Çıplaklık her bedene yakışıyor mu sanıyorsun? Neyse hava soğuk zaten.
Diğer soruu…
Biz parçaların bir bütünü müyüz yoksa bütünün bir parçası mıyız?
Bunun bir önceki soru ile bir bağlantısı olduğunu fark etmişsindir. Etmediysen de edeceksin zaten. Bu soruyu iki şekilde anlamamız mümkün…
Zamanında Dünya’yı evrenin merkezi sandıklarını bilirsin. Sonra ilerledikçe aynı zaman, yine evrenin parçası iken biz; evrenin merkezi olmadığımızı, yalnızca önemsiz bir ayrıntı olduğumuzu keşfetti bilim. Bizim kendimize ve kavramlara baktığımız gibi; onlarda yıldızlara, evrene bakıp duruyorlar yüzyıllardır. Onlar baktıkça biz küçülüyoruz. Onlar bakacaklar ve biz daha da küçüleceğiz. Tabi şeklen. Tabi biz Dünya iken…
Kainatta…
Ki bu kainatın gözlemlenebilir çapının yaklaşık 93 milyar ışık yılı olduğu düşünülüyor. Burada nasıl bir yerin içinde debelendiğimizi daha ney algılayabilmemiz için bir video izleyelim.
[youtube=https://www.youtube.com/watch?v=GoW8Tf7hTGA&w=320&h=266]Bak güzel kardeşim gördüğün üzere o mavi atomun üzerindeyiz. Yaptığımız şeylerin ora ile sınırlı olduğunu ve ancak orada öfke nöbetleri geçirip, aşık olup, kin duyup, otorite sağladığımızı unutmamamız için paylaştım bu videoyu seninle. O mavi atomda bir miktar yaşayıp gideceğiz ve bunu kazandığın para ile asla gerçek anlamda nitelikli kılamayacaksın. Sana bu saçmalıklar silsilesinde red edip çıkaracağın şeylerin yerine koyabileceğin bazı şeyleri sunmaya çalışıyorum. Unutma sadece budayız. Küçük mavi bir atom içerisinde varlığımızı sürdürüyoruz. O atom içerisinde yeri geliyor daha küçük bir alanda, dört duvarın ötesine geçemiyoruz. Bütün bunlar için mantıklı sebeplerimiz de oluyor her zaman. Yalnızca şunu bilmeliyiz: O mavi atom içerisinde yalnızca geçici bir süre kalabileceğiz…
A bu arada o sondaki multiverse zımbırtısına takılma çünkü yarın uyandığın zaman aklındaki tek şey dışarı çıkarken ne giyeceğin olacak. Ondan önce halletmemiz gereken o kadar şey var ki… Evrenin, beynin içerisindeki nöron haritasına ne kadar benzediğini araştır biraz. Sonra da evrenin o gördüğün son halinin atoma ne kadar benzediğini düşün. Ondan sonra da dönüp bir bakalım kendimize lütfen. Görelim artık bizi aşan bu kadar şey varken aslında ne olduğumuzu, ne olmadığımızı ve ne olmamız gerektiğini…
Kainattaki varlığımız merkez olmamızdan öte bir anlamı var. Tıpkı bizim de bütünün bir parçası ya da parçaların bütününden, araştırmamız gereken daha yüce anlamlarımızın olması gibi. Ne gariptir ki birleşince ifade ettiğimiz resmi, ayrı iken de ifade edebiliyoruz.
Bu durumları açıklarken “benlik” mevhumundan dışarı çıktığımı düşünmeni istemiyorum. Her şey gerçekten birbiri ile o kadar bağlantılı ki bu bağlantıları çözmek kendimizi çözmek anlamına geliyor. Birkaç dakika önce de okuyan sendin, şimdi de okuyan yine sensin. O insanı bu insandan farklı kılan şey nedir peki? Birinde bütündün, dünyanın merkezi idin; şimdi ise bir parçasın sadece. İkisi de bakıyordu, soruyorum hangisi görüyor? İçindeki merkez ölçek küçüldükçe aynı kalacak mı sanıyorsun yoksa? İnan öyle olmuyor. Her şey bir anda allak bullak oluyor güzel kardeşim. Allak bullak derken ne demek istediğimi asla bilemeyeceksin. Yaşasan bile aynı şey olmayacak… İşte aramızdaki bu fark aslında üzerinde konuştuğumuz durumun özü. Bunu bulursak sorular için doyurucu cevaplar vermemiz daha kolay olacak. Nereden baktığına göre değişecek neyin anlamlı olduğu. Parçayken farklı göreceksin, bütünken çok daha farklı. İçinde farklı şeyler olacak dışında farklı. Hem bütün, hem parçayız aslında. Ne bütün, ne de parçayız…
-Diğer soruyu getir Fikri.
+”Kim olduğumuz mu önemli yoksa kendimizi anlama biçimimizi kim olduğumuz yerine koyarak bu işin üstesinden gelebilir miyiz?” ………
Evet, burada yine kimlik ve benlik karmaşası sonucunda karışan terlemiş bir zihin söz konusu. Birkaç damla tuzlu cümle dökülmüş dil vasıtası ile…
+Sence ben yalnızca bir uşak mıyım ağabey? Yani sen susturmadan söylemek istiyorum. Bugün doğum günüm hem biraz konuşmama izin verirsin değil mi?
-Tabi değilsin. Bu nasıl soru Fikri?
+Kendimi sürekli aracı gibi hissediyorum. Çocuk işçi gibiyim ağabey. İnsan hiç sevdiğine böyle davranır mı?
-Haklısın bazen gaza geliyorum işte parça, bütün ilişkisinin bir sonucu olabilir…
+Bu ne şimdi aptal mıyım sanıyorsun?
-Tamam işte benlik, kimlik çatışması…
+Bir gün benimki de böyle çatışır mı ağabey?
-Saçmalama Fikri… Bu bizim zaten kurtulmak istediğimiz bir durum.
+Kurtulmak istiyorsan neden yapıyorsun ağabey?
-Çünkü bu bir toplum ritüeli. İnsanlara ulaşmak bazen sadece böyle mümkün olabiliyor…
+O zaman kendi değer yargıların ile çelişmiyor musun kimlik, benlik çatışmanın üzerine?
-Galiba gerçekten büyüyorsun Fikri?
+Galiba ve gerçekteni aynı cümlede kullandın :)
-Fikriiiğğğ! Duyguyu başka türlü vermek mümkün değil!
+Tamam ben biraz daha resmime bakacağım…
…
+Fikriğciğim rica etsem diğer soruyu getirir misin canım Fikriğciğim.
-Buyur ağabey… “Baktığımız şeylerde her zaman bütünü görmeye eğilimliyiz. Çünkü fazlası bizim için gereksiz ve anlamsız bir halde orada bizi rahatsız etmek için varlığını sürdürür. Gerçekten böyle olduğunu düşünerek şu an yaşıyor olduğun hayatı üç maymunu oynayarak yaşamaya devam edebilirsin. Ancak “gerçek” böyle mi sence?”
+Fikri cevap vermemize gerek yok zihinler çözüldü artık. Diğer soruyu getirir misin lütfen çok değerli Fikriğciğim :)
-Ehehe :) Al getirdim bak hemen. “Bu duruma kendimizi kaptırmamız için gerekli ve anlamlı şeylerin ezberlediğimiz şeyler olduğunu ve mekanizmanın dişlilerini biraz olsun görmemiz gerektiğini anlatmaya çalışıyorum yazılarımda uzun zamandır. Başlıklar, konular, özneler, sözcükler değişse de anlam, öz aynı hep farkında mısın?”
+Fikriğciğim güzel arkadaşım. Yiğidoğ. Aslan parçası! Hehehey! Diğer soru!
-Allahu Akbar! Baktım da bulamadım ağabey. Yalnız bir şey diyim mi. Hemen getiriyorum değil mi? Çok hızlıyım değil mi? Yani yapıyoruz biz de bir şeyler kendi çapımızda ağbiiiy :))
+Evet.
-Bu kadar mı?
+Evet.
Bir nöropsikolog olan Paul Broks diyorki: “Bir merkez ve içerisinde de bir öz bulunduğuna dair derin bir öngörümüz var ve bundan kurtulmamız zor hatta imkansızdır diye tahmin ediyorum. Ancak nöroloji bilimi gösteriyor ki beyinde her şeyin bir araya geldiği bir merkez yok.”
Beyinde birçok farklı işlem var ve bunlar birbirlerinden bağımsız olarak sürdürülüyor. Biz bu sürdürülen işlemlerin bir sonucu olarak kararlar alıyor, nefret ediyor, seviyor, kin tutuyor, haz duyuyor ve sonuç olarak bir şekilde yaşıyoruz. Bu bizim aslında işlem yapan ve buna göre değer kazanıp varlığını sürdüren canlı bir mekanizma olduğumuzu gösterir. Eğer öyleysek kendimizi bir süreç olarak tanımlamamız da yanlış olmayacaktır. Bu sürecin nasıl bir süreç olacağını da biz belirleyeceğimize göre; mekanizma ve süreç iç içe gibi görünüyor. Bu durumda sistemin içine sızıp bazı şeyleri yapıştıkları yerden söküp atmalıyız. Yoksa mekanizma süreci, süreç de mekanizmayı etkileyerek bizi bilinçsiz güzergahlara sürüklemeye devam edecek.
Zira eğer sabit ve hayatımız boyunca değişmeyen bir özümüz olduğunu düşünürsek bir anlamda bu düşünce ile kendimiz sandığımız şeye tutsak olacağız. Biz sabit bir şey değiliz. Biz bir süreciz. Parçanın bütüne işlenmesi ve bütünün parçadan bağımsız olarak düşlenmesi için gereken özneyiz dost…
“Kuyu yapanlar suya yön verir, ok yapıcılar oku büker, marangozlar odun kütüğü büker, akıllı insanlar kendilerini tasarlar.”