4 min read
Birini yazmaktan vazgeçtiğin zaman, bir daha asla aynı olamıyorsun. Bütün o saflık ve güzellik; cümlelerin öznesi olan “onu” yazabildiğin kadar kalıyor seninle…
Gözlerini, dudaklarını tarif etmek ve bakışlarını… Onun da bir insan olduğunu unuturcasına, her hareketine bir anlam yüklemek… Gözlerine bakıp, sözlerinde kaybolmak… Onlu, onsuz her anda, onu yaşamak… Öperken, dokunmak yüzüne… Bakışlarının sana çarptığı her anı ile büyüyen hayretinin titrettiği nefesinle solumaktenine … Sonrasında kokladığın her güzellikte; tenine çarpan nefesinin sana taşıdığı cevabı hatırlayacak olmak…
Satırlar arasında keyfin yerinde biliyorum. Sonsuza kadar yazabilecek malzemen var ve o muhtemelen senden uzakta. İçindeki, seni o farklı boyuta itekleyen dürtü, ancak öyle bir kıvılcım ile yüreğinden başlayarak tutuşturabilir seni. Ancak ilhamının ham maddesi senden kopunca, dudaklarından dökülenlerin ona yetişemeyeceğini bilince belirir yoksunluğu ve sen her şeyi kağıda dökmek istersin. Onu yazabildiğin kadardan fazlası olacak gücü bulamazsın sonra. İçten içe halletmeye çalıştığın her şey birikip, aslında kendisi olmayan bir kimliğin satırları olarak dökülür kağıda. Sende bilinçaltına dolanan onu suçlayarak; bütün ruhunu, satırlarına meze olmuş “ona” adamış olursun farkında olmadan…
Çok zeki sen, betimledikçe boğulmaya başlarsın bir faninin varlığında. Farkında olmadan bir süre sonra kör düğüm halini alacak bir sürece doğru sürüklenirsin. Boğuldukça yazar ve yazdıkça karışırsın başka bir kimliğe…
Yazı deyip geçmemek lazım. Cümlelerin, gözlerden daha çok şey ifade ediyor olduğu fikri ile büyüdüm ben. Ancak; söylediğin sen, olmak istediğin sen, olduğun, tanıdığın, tanımadığın bütün senlerin dna’sının işlediği satırlar kanıtlayabilir bir insanın mevcudiyetini… İnsan üzeri bir çaba da sarf etmeye gerek yok bunu idrak etmek için. Nasıl yürüyor bilmiyorum ama, cümleler duygu duygu tercüme oluyor zihnimde. Buralarda gördüğüm hemen hemen her satırda birinin izine rastlıyorum. Anlıyorum ki; önce biri değmiş yüreğine, sonra da eli, kaleme…
Deniz seviyesindeki kalem, “onun” tasvirinden öteye geçmeye başladıkça allak bullak oluyor. Hiç denedin mi bilmiyorum ama rakımı yükselttikçe, otların bile korkarak yeşerdiği noktalarda titriyor ellerin. O an geliğinde; kalemle birlikte sürükle gümüş bağından ruhunu zirvelere, korkma… Muhtemelen bütün o çetrefilli güzergahın, yaşadığın sıkıntıların ve feda ettiğin her şeyin sonrasında durduğun ve ilk defa ayağa kalktığın noktada, kimse olmayacak… Bunu paylaşabileceğin biri bile olmayacak, göreceksin.
Kümese düşmüş bir kartal yumurtası misali… Önce kabuğunu kırmalı, sonra kalbini bir insanın. Ancak o zaman başını yerden bidi bidi arpa gagalayan tavuklardan, ait olduğu göğe çevirebiliyor insan. Düştüğü yer neresi olursa olsun istidadı gökse bir insanın, doğru zaman geldiğinde kendini bulacağı yerde orası oluyor…
Yalnızken titrediğim yerden birini yazmayalı uzun zaman oldu. Garip geliyor artık bütün “o” şahıslarına hapsolmuş tasvirler. Edebiyatım, teninden öteye geçti. Kirlendim mi bilmiyorum. Çoğu insan yazı; sadece bazıları şiir oldu gözümde ve ben hepsini okuyorum. Bana dokunan yada dokunduğum her harfte sakinleşiyor zapt edemediğim heyecanım.
Yıllarımı verdiğim ve hala tam olmayan bir bulmacayı anlatmaya çalışmak anlamsız geliyor artık. Sanırım yakıştığım tek yer yalnızlık. Delisi olduğum yalnızlıkla okumak yetiyor insanları. Okuduğumu yaşamaktan korkuyorum. Beni hece hece çekiyor her satır. Tek kişilik bir patikada, geri dönemeyeceğim bir noktadayım…
Taşı kalemini gözlerden uzağa. Bilinmenin gölgesinden kurtar benliğini. Olması gerektiği gibi değil; olduğu gibi dokun satırlara. Bırak ruhun nüfuz etsin cümlerlerden kainata. Çevrendeki bir avuç et parçasının fikirleri için prangalama zihnini. Bırak kalemini kaydıkça sürünsün ucu kağıda. Süründükçe belirsin mürekkepten bir dünya. Dılı dılıı, lanet olsun bu hayat, lanet olsun bu sevgim…