4 min read
Bir sabah, zihnimde bir ses ile uyandım. Ben yaşadığım sıra o hiç istifini bozmuyordu. Başta biraz rahatsız edici olsa da, sonrasında alışmıştım. Kafamdaki binlerce soru işareti ile korkuttum biraz ve bir süre ondan haber alamadım…
Kafayı ne duyduğuma değil; neden böyle duyduğuma takmıştım. Beraberliğimiz süresince hiç değişmemişti. Aynı ses, farklı ortamlarda sürekli benimleydi. Diğer sesler doluşmaya başladığında zihnime, zayıflıyordu. Gündüz vakti, yani hayatın en berrak aktığı sıralarda; sadece orada olduğunu bilebiliyordum. Ayrıntılar önemini kaybetmeye başladığında, doğru zamanı bekliyormuş gibi tekrar dolduruyordu zihnimi. Uzun bir süre bunu düşündüm. Uzun bir süre sadece bunu düşünebildim. Bu iyi bir şey olmalıydı. Bu, farklı bir şey olmalıydı…
Hayatıma bir anda girmişti ve çıktığında boşalan yerini, kendi imkanlarımla dolduramıyordum. Önceleri varlığıyla meşgul ederken zihnimi; sonrasında rahatsız edici yokluğu ile uğraşmak zorunda bırakmıştı beni. Asla ne dediğini merak etmeyecektim. Neden geldiği ve gittiğini düşünmek istemiyordum.
Gökyüzünden düşen milyonlarca yağmur tanesinin arasından yüzüme düşen bir kaç tanesi ile kendini şanslı hisseden biriydim. Hiçbir zaman “neden” diye bir soru sormak aklıma gelmemişti. Neden düşerdi ki bir damla yüzüme? Bir parça toprak yeşertmek için düşüyordu ve ben sadece önüne geçmiştim. Yüzüme dokunduğu yerde bıraktığı serinliği düşünürdüm hep. Gerisi çok da mühim değildi.
Hayatın senfonisi çalarken; ben, içinden bir nota ile uyanmıştım. Neden diye bir soru sormak aklıma gelmemişti. Gündelik rutinlerimi etkileyecek ölçüde bir şey de değildi. Kısacık hayatını, yanlışlıkla girdiği bir evden çıkmak için mücadele ederek harcayan kelebek gibi rahatsız ediyordu beni; güzelliğiyle tezat. Gürültü değildi, müzik değildi. Aslında bildiğim hiçbir sese benzemiyordu. Kısa bir süre benimle olmuş ve bir adaya düşecek olsam, yanıma alacağım üç şey arasında bulunmasını isteyecek kadar sevmiştim onu…
Niteliğini umursamıyordum. Güzelliğini de tartışmayacağım. Yalnızca bir sesti. Yalnız bir sesti… Sonraki bir kaç yılımı şekillendirdiğim cevheri sunmuştu bana düşünürken. Düşünürken bulmuştum ve buna o sebep olmuştu. Varlıkları ile göz korkutan binlerce soru işareti, bana sunduğu cevher ile bir bir çözülüyordu. Bu sürekli döngünün verdiği sıkıntı yüzünden değil; şükranlarımı sunacağım bir cismin noksanlığından rahatsızdım. Ona da gerek olmadığını çok sonra anlamıştım…
Bazı şeylerin oluşumu bir sürece tabiydi. Olgunlaşması ise ancak yeterli vakit ve özenin sonucu mümkün olabiliyordu. Her şey tamam dediğin vakit elde ettiğin ürün de her zaman aynı olmaya biliyordu. Biri gerekiyordu önce cevheri toprağa karıştıracak. Cevherin farkında olan biri gerekiyor. Karıştığı yerde oluşması için bütün gereklilikleri karşılayabilecek biri. Doğru mevsimde karışmalıydı toprağa. Her şey bitip, bir zaman sonra olgunlaştığında cevher, bütün övgüler ürünün olmalıydı; cevherin farkında olan birinin değil. Böyle olması gerekiyordu. Kimse tohumu toprağa taşıyan rüzgara teşekkür etmezdi…
Aynı sesi her yerde aynı işitemiyor insan. Bazen diğer sesler o kadar karışıyor ki aslına normalden az çıkıyor sesi. Her zaman aynı tesir etmiyor. İdeal şartlar vukuu bulduğunda anlıyorsun. Yaşam papatya saflığı ile sunulmuş bizlere. Seviyor, sevmiyorlar ile kirletip durmuşuz bilinçsiz…
Doğru zamanı beklemek ve gerçeğin salt tesiri uğruna o kadar çok şeyi kaçırmışım ki… Hipnotik bir mücadele haline getirmişim yaşamı. Baktığım gözlerde gördüğüm helezonik şekillerden kaça kaça ıssızlığa itilmişim. Ah. Pişman değilim…
29 harfin her bir mücadelesinin galibi olmak uğruna kaçırdığım sanat için dolduruyorum ciğerlerimi. Yakıştırmalar, yapıştırmalar umurumda değil. Olduğum insanın mimarı her ses için boşluğa sunuyorum şükranlarımı ve hiç ile yetiştiğim kendimi. Beni toprağa taşıyan yaratıcıya sunuyorum benliğimi. Yalnızca doğru zamanı bekliyordum…