1. Anasayfa
  2. Tekamül Süreci 1. Evre

Terapi Süreci


0
79 min read

Yazmıyordum uzun zamandır. Hayatımdaki her şey bir bir anlamını yitirmeye başlayalı, uzaktan gördüğüm ne varsa burun kıvırıp ertelemeye başlamıştım. Bu nasıl bir hissizlik ki gelip, tam da yüreğimde düğümleniyor. Nasıl bir çaresizlik boyunu aşar insanın? Nasıl bir gerilimde dayanır da ölmez insan? Ortaya koyabilecek somut bir şey bulmak için didinip durduğum onca zaman, dert kustuğum onca insan… Değerli, değersiz o kadar hatıra. Hepsini başka biri yaşamış gibi şimdi. Geriye dönüp baktığım zaman sen bana aittin diyebildiğim bir şeyim nasıl olur da olamaz? Uzun zamandır, avuçlarımı boş yere mi bir şeylere sahip oluğum inancı ile kapalı tuttum? Susmak ağır geliyor artık dost! Kimseye inancım yok. Güvenim yok kimseye. Dert kusan insanlardan tiksiniyorum, çünkü yüreğime dokunuyorlar. Cennetten kovulmuş gibi hissediyorum. Güzel olan şeyler neden bu kadar huzursuz eder insanı? Bu nasıl bir kopukluk ki, ait olma uğuruna her şeyi feda edebiliyor insan. Okumayacağım bir daha şu yazdığımı. Önceleri gibi yazıp bırakacağım bir yere. Sonralarım için bir geri dönüş, farkındalık noktası olsun diye terk edeceğim onları. Gerçekten ne acı konuşamamak. Yazamamak ne acı dost… Üzülememek layığıyla. Sevememek ne acı… 

Değerli olduğumu hissedemiyorum bir türlü. Değilim. Mantığımla haşroluyorum. Dalgalar önceleri gibi gelmiyor. Boyumu aşıyorlar ve her seferinde daha çok nefessiz kalıyorum. Uğraşıp durduğum her şeyin, an gelince ellerimden ne kadar sıkı tutarsam tutayım alınması kaldırılacak gibi değil artık. Daha ne kadar minimalize edebilirim bilmiyorum hayatımı. Fedakarlık gösterebilecek çok şeyim de kalmadı. Şu çaresizlik hissini anlıyor musun dost? Her zaman olmaz böylesi. Belki bir faydası olur ümidi ile yaptığım ne varsa yüzüme gözüme bulaştı. Her yerde birazımı bırakarak, tükenene kadar yaşayacakmışım gibi geliyor. Geleceğimde beni mutlu edecek şeylerin hayalini kurmam bile yasaklı. Bir insan neden kendine bu kadar düşman olur? Neden dost olamaz ki kendine? 

Seni tanımıyorum. Bir yerde yazdıklarımı okuyup beni anlaman bile artık önemli değil benim için. Anlaşılmak biraz okşar başımı; sonra da bıkar benden. Anlaşılmak üzerine ne inşa ettiysem, yıktım geçtim çok önceleri. Yalnızca konuşmaya ihtiyacım var. İşler git gide daha kötüleşmeye başladı. Zihnimden çıkan tek bir şeyi bile elemeden yazmaya çalışıyorum. Parmak uçlarımı acıtarak vuruyorum tuşlara, çünkü çok özledim. Bana kendimi iyi hissettirecek her şeyden kaçarak kaybettim kendimi, sonra bulacağıma inancım tamdı. Çok uzaklaşmışım. Bazı şeyleri düzeltecek mesafede değilim artık. Yeniden inşa edecek kadar da gücüm yok. Kendi bedenimde göçebe gibiyim. Her şeye olması gerektiği kadar dikkat gösterebiliyorum. Sorumluluklarım olması gerektiği kadar uğraşmaya değer. İnsanlara kopmanın eşiğine gelmeden bir çift söz edecek kadar bile olsun takatim yok. Maskelerim yalama oldu artık, yüzümü tutmuyorlar. Hepsi çok eskidi. Neden suratın asık? Neden bu kadar soğuksun? Kibirlisin biraz sen… Her şeyin var, senin mutsuzluğun şov gibi… Bunları söylerlerken yüzleri birbirine karışıp, buluştukları ruh halinde yok olan onlarca insandan sonra farkına varabildim. Galiba ben defolu bir ürünüm. Fikirlerim, zihnim, inançlarım samimiyetsiz. Bakışlarım, sözlerim boş. Önceleri kendimi kontrol edemediğim için kızardım. Şimdi anlıyorum gerçek kontrolsüzlüğü… 

Cümleleri süslemek… Küçük kelime oyunları… Okuyacak insanlar… Sözler, bakışlar, beni geçici olarak uyuşturacak, bunlar gibi her şeyden uzaklara atıyorum varlığımı. Uçurum da olsa umurumda değil! Bunca plastiğin arasında gerçek bir can bulmak, bir çiçek koklayabilmek mesela; gerçekten hiç kolay değil artık. Geçici olsa bile, gözüm gibi bakarım boynu bükülmüş bir papatyaya. Beni kendimden, fikirlerimden, hislerimden, düşüncelerimden utanacak hale getirdi bu samimiyetsiz köpekler. En basit hisleri bile acizlik olarak görüp, bir gün aleyhine kullanmak için saklıyor bu soysuz köpekler. Kollarımı açıp aman dileyecek olsam yaratıcıdan; hislerim, çaresizliğim bile dört bir yana dağılıyor. Utanıp da “bana yardım et” diyemiyorum. Kafamda, bana düşman onca ses, his ile temel yaşam fonksiyonlarımı bile devam ettirmek için bir şeyleri feda etmem gerekiyor. Her şeyden kaçıp içime kapansam, içim en büyük düşman. Ayağımın takılmasını bekliyor düşmanlarım. Düştüğüm ilk anda önemsemediğim ne kadar hüzün, ne kadar sıkıntı varsa üzerime çullanmak için fırsat kolluyor. Her şeye rağmen yardım etmeye çalışan insanların, o çaresizlik fetişizmine maruz kalmamak için; pas tutmuş, saçma sapan maskeleri takıp anı idare etmek zorunda kalmak o kadar yoruyor ki artık. Kimseye anlatamamak, kısa anlar için açılan bahislerin üzerime çok sonra yıkılan ağırlıkları..
 

Ayaklarımı, yürüdüğüm her an kesen çakıl taşlarısınız. Çaresizlikten, bir yerlerdeki insanların sanrılarına tamah ediyor oluşum da birkaç dakika sonra silinip gidecek içinden. Nelere alışmıyor ki insan… Mezarını unuttuğumuz onca insandan daha kötü durumda değilim ki… Aşağılık varlıklarız. Basit hevesler uğruna satıp, savacağız bir birimizi. Aşağılık insanlarız! Sorsan herkes ayrı bir dünya, kusursuz bir güzellik. Bakışlarınızın arkasındaki niyeti görmedim mi sanıyorsunuz? Sustuğum kelimelerin ağırlığına katlanıyorum, sırf sikik ruhunuz incinmesin diye! O basit, sefil, iğrenç, ilkel düşünce biçiminizle yaptığınız çıkarımlara tahammül ediyorum her seferinde. Sırf daha fazla acı çekmeyeyim diye en az sizin kadar bencilleşiyorum. Uzaktan bakınca ne kadar güzel her şey değil mi? Ruhuma huzur dolduran o heybetli ağaçların da köklerini böcekler kemiriyor, onlar da acı çekiyor benim gibi biliyorum. O sırada fotosentez yapması gerektiğini hatırlatacak onlarca ağaç yoktur çevresinde en azıdan. Ah ne büyük şans… Biliyorum sıvadım. Birazdan da tüy dikeceğim… 

Buraya kadar canlı çıkabilecek kimse yok. Buna inancım tam. Gönül rahatlığıyla yazıyorum içimde ne varsa. Başka zaman, belki yazdıktan hemen sonra, görüp kendime kızacağım şeyleri de yazıyorum. İçimde haftalardır; ne zerre kadar gurur, ne kibir, ne hırs, ne de saçma sapan hangi duygu varsa ondan kalmadı inan. “Onlar” için uğraşmak lazım. Yalnızca, biraz göstermelik, ikram etme babında tutuyorum söylediklerimi. Yoksa embesil insanlık, aciz biri olarak damgalıyor seni gelişmemiş psikolojisinde. En güzel sandığı hisleri bile çıkarlar üzerine kurulu. Sevgi gibi görünen yatırım planları yapıyorlar ve buna saygı duymak zorundasın. Açıp kalplerine mi baktın Furkan? Ön yargılı olmamak, hemen karar vermemek… Söylediklerine inanarak kaybettiğim zamana üzülüyorum. Evde çaresizlikten debelendiğim, sıkıntıdan yaptığım bütün saçmalıkları tercih ederim öyle insanlara. Felsefemi öldürdünüz! Ruhumu öldürdünüz! Fikirlerimi, varlığımı, neyim varsa, o hasetli bakışlarınızla öldürdünüz! Cesedime bile sahip çıkamıyorum. Ona bile saygı duymuyorsunuz. Piç kuruları. Empati, empati, empati… 

Bazen, kendimi yerine koyduğum insanlar için de kahrolurken buluyorum. İnsanlık içinde kahroluyorum. Böyle böyle, ancak idrak edebildim bende bir problem olduğunu. Bıkmadan sıkılmadan; yıllardır hem kendimi hem de insanları inceliyorum. En basit hissi, en küçük davranışı uzun uzun düşünüyorum… 




Bazen öyle bir an geliyor ki, bir adam kümesteki tavuğa halleniyor ve sen görmezden gelmek zorundasın. Bombalar patlıyor bir yerlerde ve o yerler senin için kaldıramayacağın bir mevzu olduğundan, “bir yerler” olmak zorunda. İhtiraslı oluşumlar, memlekete darbe girişiminde bulunuyorlar ve sen çaresizsin. Varlığını temellendirdiğin felsefen, kişiliğin, oluştuğun ne varsa hepiniz hayretler içinde, bir birinize düşman kesiliyorsunuz. Sorumluluklar, sorumluluklar… 

Görmezden gelemezsin! Görmezden gelirsen, yaşamayı gözüne kestirdin bir kere. Yani onlar öyle farz ediyorlar. O zaman dilimi içerisinde huzursuz olacaksın. Sorumluluklar önemli. İnsanları, artık gerçek anlamda, çekirdek haline gelmiş çevre içerisinde bile, nereden çıktığını bilemediğin onca güvenlik önlemine rağmen, gelip seni bulabilen azimli “sıkıntı”lar olarak tanımlamak acımasızca olmaz. 

Pozitif ol Furkan! Hayat senin yaşadığını sandığın gibi değil! Bak, daha demin saçma sapan bir videoya 15 dakika güldün. İnsanlar, o hakir gördüğün insanlar, şu anda yapıyor oldukları şeyleri yapmadan nasıl yaşayabilecek ki? Herkes bir şekilde hayata tutunmaya çalışmıyor mu? Tamam da güzel kardeşim; ben ya-pa-mı-yo-rum! Olmuyor! Elimden gelen her şeyi, elimde avucumda ne varsa ortaya koydum. Küçücük şeylere sahip olma umudu ile kazanamıyorum hiçbir zaman görüyorsun. 

Daha iyi saklamayı öğrendim. Daha iyi olduğum bir çok şey oldu. Fakat, beni geleceğime bağlayacak ne varsa, artık bana düşman. Kendime de kapıyı çarpıp çıkamıyorum ki. Zihnimi kapatamıyorum. Marifet gibi yuttuğum ilaçlardan, biraz rahatlık dilenmek beni mutlu edemiyor. İnsanlarda güzelliği göremiyorum. Bakışlarının arkasında dik dik bakan egoları, hırsları, hevesleri çarpıyor gözüme. Kokuşmuş zihnimden ezerek çıkardığım şu cümleler bile rahatlatmıyor. Böyle olması gerektiği için yazıyorum sadece. Zamanı geldi çünkü biliyorum. Acınası varlığım yine oyuna getiriyor beni. Yazarak verdiğim mücadeleyi, bırakmamı öğütlüyor. “Gönder butonuna basıp, yatakta huzur içinde eriyeceksin” falan diyor. Sanki daha yeni tanışmışız gibi. Bari biraz asaletli, biraz samimi olsaydın ey benlik! Seninle uğraşmak benim için dünyadaki her şeyden daha değerli olurdu. Ama sen sefilsin! Acizsin! Küçük aptalca oyunlarına, sözlerine kanmamla acı çektiriyorsun bana. Yıllarca seni hafife aldığım için pişman bile olamıyorum. Aklımın başına gelme potansiyelini görür görmez, bütün yeteneklerini göstermen ve kendini hiç geliştirmemene rağmen sana hala yenilebiliyor olmam… İkimizde birbirimiz için utanç kaynağıyız. Bak gör, bunu ikimiz için bir utanç vesilesi olarak kaldırmayacağım buradan. Parmaklarım ağrıdı bitiriyorum. 

2-)

Seni terapi niyetine kullanmaya karar verdim ey garip hikayem. Gittiğim her yere, peşimden beni bir süre takip eden karanlığımı da götürüyorum. Geçtiğim yollara bakarak bulabilirler beni. O manidar bakışlar belki birkaç soru cümlesi olup dayanır alnıma. Bir şey sormamalarından doğan o büyük şüphe, birkaç saniye sonra silinip yerini gündelik rutinlerine bırakınca ancak rahatlayabiliyorum. 

Maskeleri kullanmamaya karar verdiğimden beri sosyal hayatım çekilmez bir hal aldı. Ne kadar mesafe katediyor olsam da, hala pek başarılı olduğum söylenemez. Ayaklarımdan dilime kadar gelen titreşimin üzerimdeki baskısını, ne kadar uğraşırsam uğraşayım sözcüklere çeviremiyorum. Gerçekler zehirli bir şey şu toplum için. Herkes gerçekleri gizleyebildiği kadar mutlu ve farkında olmadıklarını düşünsem de uzun zamandır, galiba herkes her şeyin farkında. Çıkarlarına ters düştüğün anda değil seni olduğun gibi kabul edecek biri; senin insan olduğunu reddedecekler bile çıkacaktır karşına ve inan sayıları hiç az değil! Yaptıkları her şeye, vicdanen kendilerini rahatlatacak bir kılıf bulduktan sonra gönül rahatlığıyla giriştikleri için, ağzımı açıp tek bir şey söylemek bile o kadar gereksiz geliyor ki… Gözlerine bakıp susmak, bağıra bağıra susmak ve aynı dili konuşabileceğim kimsenin olmaması bana kendimi gurbette hissettiriyor. Birini tutup, gerçekten konuşabildiğin bir frekansa çekmek için verdiğin savaşların uzayan süresi ve aldığın yaralar yüzünden; çarptığında onca duvardan sonra yalnızlığını nimet olarak bilmek ne acı değil mi? Yalnızken her şey daha kolay sanıyorsun ama değil! “Kalabalıklar içinde bir yalnızlık..” mıy mıyı mıdır bu bilmiyorum ama ismi her ne ise, yaşaması hiç kolay değil. Bütün duygular için değilse de, her bir duygu için ayrı birini sevmek zorunda kalmak… Başka duygular için de nefret edesi geliyor insanın. 


Tekrar etmeyi gerçekten sevmesem de, tekrar ettiğim her seferinde kendimi başka bir yerde buluyorum garip bir şekilde. Ne kadar tekrar etsem de nöronlarımın arası yalnızca patika. Zihnimin doğası işlenmeye gelmiyor herhalde. Sürecinin önüne geçmek mümkün olmuyor gibi. Nasıl sahip çıkılır ki böyle vahşi bir doğaya. Tasma takmak acımasızlık olmaz mı? Aslan evcilleşirse ne kadar aslan kalır ki? 


Kendimi birkaç kelime ile özetlemeye çalıştım bugün. İlk 15 dakika biraz eğlenceli geçse de, sonra içler acısı varlığım, yürüdüğüm düşünsel yolda ayaklarımı yeniden kanatmaya başladı. “Birkaç kelime kimi tanımlamaya yeter ki” diye bile düşünmeden, saatlerce kendimi hırpaladım. Hem de insanların ortasında… Yemek yerken, muhabbet ederken. Yaptığım her şeyde o şeyi yaşıyorken bir de. Kendimi sürekli hırpaladım. 


İnsanların gözlerinde kendimi gördüğüm zaman garip hisler kaplıyor yüreğimi. Acınası bir halde değilim oysa. Bana kurşun sıksalar daha az acıtacak haberleri yok. Acımak… Bana acıyacak biri ancak aptal olabilir! Hissetmek… Hissetmek neden acizlik belirtisi olsun ki? Bir insan hissederek de güçlü olamaz mı? Bakışlarımı çevirdiğim yerlerde kavrulan insanlar, değişen iklimi yalnız ben mi görebiliyorum? Dalıp gittiğim yere dalsalar göremeyecekler mi hissettiklerimi? Bilmiyorlar mı akıl mancınığımdan fırlatılan fikirlerin vereceği hasarı? Beşerden korkmadığım kadar hayalden korktuğumu sezemiyorlar mı? Bir dünya samimiyetsiz insanın sevgi sözcüklerini, bir notanın ruhumu okşayışına tercih etmediğim için mi bu hakir görme? 

Bilmiyorum, nerede buluşur iki insan? Sevgide mi, sadakatle mi; alışkanlık mı buluşturur iki insanı, yoksa nefret mi savaştırır? Ait hissettiğin, sahip olduğun bir şeyi senden alana karşı nedir bu öfke? Maskeleri çıkarınca bakılabilecek bir yüzün kıymetini bilmeyi çok gec öğrendim dost. Mükemmeli, mümkün olan ile o kadar karıştırdım ve bununla o kadar çok zamanımı harcadım ki, ikisi arasında farkı gerçekten kavrayamadan kaybetmiş oldum ikisini de. Pergelim kırıldı benim ey dost! Ayağımı nereye basacağımı yeniden seçmem gerekiyor. Bu yeni bir sayfa açmak gibi değil. Bu bir keşif de değil. Bu güç bulduğun nadir bir anda üzerini örten toprağı umutla tekmeleyerek çıkmak gibi mezardan. Yaşam ve ölüm arasında bir fark olduğunun gerçekten idrakine yakın olmak. Işığın gözlerine dokunması ve seçebilmek çevreyi. Gördüğünü sevmek. Kafanın dışında bir hayat olduğunun sana acı bir şekilde ispatı o tonlarca toprağa attığın yumruklar. 


Ne kadar, daha çok başında olsam da yolun; o ışığı, başıma, göğsüne yaslayıp, bana her şeyi terk ettirecek huzurun düşüncesi ile meşk oluyorum birkaç saattir. Satırlar, sadece satırlar yetiyor beni taşımaya hayalime. Sakın sanma! Kendimi doğum günümde doğmaya zorlamak değil niyetim. Olması gerekenlerin acı veren sonuçları son buluyor sadece yavaş yavaş. Kendi hayatında gözlemci olmadan anlayabileceğin bir şey değil bu. Gözlerini yum. Sözlerini sus. Hissettiklerini bırak sadece… Onlar bu plastik dünyada gerçekten canlı nadir şeylerden. Onlara sahip olma ihtimali yüzünden nefret edemiyorum ya zaten kimseden. Şimdi gözlerini aç. Sözlerini söyle ve hissettiklerin sana kalsın. Kirletmeden sahip çık, gör sende gördüklerimi! Belki uzun zamandır sahip olduğun en değerli şey, içinde bir yerlerde, birkaç dakika sonra parmaklarını gevşetecek yüreğinde tutunduğu yerden ve sen, seni terk edişini bile fark etmeyeceksin yaşadığını sandığın hengameden… 

Kafamdaki insan tasavvuruna bir beden bulmak için ne kadar uğraşırsam uğraşayım, bir yerde patlak veriyor. Beden ruha yatak olmalı değil mi? Ama ruh bedenden taşıyor çoğu zaman… Ruh rahat değil. Beden ruhun kanatlarını bağlıyor. Ruhu, bedenin varlığına dayanak gösterecek haldeyim. O insanı arıyorum “Şems”imi. Bulursam bütün acılarım, bütün huzursuzluklarım bitecek gibi…Hani kavga ederken ağzına geleni söylersin ya umursamadan. Ağzıma geleni söyleyeceğim. Mantıklı, mantıksız olmasını önemsemiyorum. Çünkü içimde bunlar var dost. Ne kaçabilirim, ne de bunlarla kalabilirim. Bildiğim çok az şeyden biri de, sustuğum zaman kaybolduğum. Yerimi ancak yazarak bulabiliyorum. İşaret levhalarını, olduğum yeri çıkarana kadar koymaya devam edeceğim. Bir yerde pes edip hatırıma gelecektir varlığım. Bu kadar aşağılamaya daha kaç yazı dayanır bilmiyorum. Ama pes edecek buna eminim… 

3-)

Önce yara aldığım bütün noktaları keşfetmem gerekti. Bilerek yara almak gerekiyor bazen anlayabilmek için. Zaten deşilmiş noktalarıma, bir kere de sözcüklerini saplasınlar diye bir süredir tahrik ediyordum insanları. Hazırlarmış gibi, sebebini bile sormadan istediklerimi verdiler hemen. Eski kadar olmasa da yeniden acıdı canım. Ama bulmak için baktığımdan, acıdan çok nedenleri hissettim bu kez. Acı kendini hissettirdiğinde; bekledim ve gözlerine baktım. Düşüncelerini okudum. Yüreklerini gördüm. Sözcüklerinin dizilimini seyrettim. Yokluklarında bir düzen ve içinde boğulan kendilerine uzun uzun baktım. Geri çekilemedim. Anlam verecek kadar tecrübe edebilmek için, bütün maskelerini indirene kadar bekledim. Yüreğim burkulsa da görmem gerekiyordu devam edebilmek için… 

Basit insanları değerli bir maden olarak benimseyip, zihnimde yücelttiğim o zamanları hatırlıyorum da; mükemmellik arzum iplerimi nasıl da zarif tutmuş uzun uzun. Ben keşiflerimin sarhoşu, insanlığa olan bütün inancımla kimi bulursam sarıp sarmalamışım, tahayyül ettiğim o alemde. Varlığımı avuçlarına sığdıramadığım için nasıl da kızardım kendime, şimdi hatırlıyorum. Layık olabilecek tek hediye varlığım olduğu için, bütün avuçlar için, yavaş yavaş nasıl da parçalamışım kendimi. Sahip olduğum şeyleri yavaş yavaş bırakırken, maddeden kurtulmak için her seferinde daha çok şeyi feda etmeyi, nasıl da marifet bilmiştim… Beni anlamalarını beklediğim onca zaman, anladıklarını sandıklarımla nasıl da kandırmışım kendimi… 

Samimiyetsiz suratlarını hatırlıyorum. Kalem kalem bütün geçmişim zihnimde yeniden doğdu tıpkı ilk günkü gibi. Hissettiklerimi aynen hissediyorum. Fakat içimde ne öfke, ne kin, ne de nefret yok. Hatıralarımı uzun zamandır ilk defa benimlermiş gibi sahiplenebildim. İlginç bir mutluluk var içimde o kadar. Kaderime yukarıdan baktığımı hissediyorum bazen. Yaşayan beni, hisseden ben ile seyrediyorum. Yalnızca anda var olan bir bütünü de seyrederken kaçırıyorum birçok sefer. Dikkatli bakınca vuku bulan her şey, sana da bir şeyler anlatıyorlarmış gibi gelmiyor mu? Sanki yaptıklarınla olması gerekeni sürekli erteliyormuşsun gibi garip bir his bu… 

Her neyse bu geriye dönüp de bakmadığım 3. yazı olacak. Geriye dönüp de baktığım zaman bana hangi çukurdan, nasıl çıktığımı bildirecek 3. yazı. Tekmeleye tekmeleye, biraz olsun şu lanet toprağı atmayı başardım üzerimden. En azından, artık hareket edecek kadar yerim var. Ayrımların silik bedenlerine biraz can geldi. Üzerimdeki bakışlar biraz daha normale yaklaştı görebiliyorum. Yazdıklarımın da yavaş yavaş bir düzen içerisinde ilerlemeye başladığını gördükçe içim ısınıyor. Hayata dönüyorum ve galiba yavaş yavaş normalleşmeye de başlıyorum… 

Denediğim o kadar şeyden sonra geldiğim eşikte baktığım zaman, ne kadar riskli yollarda yürüdüğümü görebiliyorum. Nereye baksam uçurum, ayağım her takıldığında düşerek, kaybolarak çizdim krokisini zihnimin. Artık ona karşı eskisi kadar savunmasız olmayacağım. İstediklerini yaptıramayacaklar bana. Ehlileşmeleri gerekiyor ya da beni terk etmeliler. Avuçlarımla iplerini sıktığım anın hayalini önemsemiyorum. Hepsine gereken değeri vermeye hazırım. “Bir aptalın anılarını”, seri halinde, iyileşene kadar, her gece tok karna yazmaya devam edeceğim. Nasıl olsa dilimi anlamayacaksın. Nasıl olsa iki paragraf sonra dağılacaksın ve bu yazılar benim gelecek karanlıklarıma bir servet niteliği taşıyacak. Geleceğime düştüğüm, yalnız geleceğimin anlayacağı, yalnız o zihinde anlamlı birkaç düzine cümle olarak kalacaklar. 

Oyuna getirip yaktırmamaları için paylaşıyorum. Açığa çıkması gerekenler, birkaç paragraflık parkurdan sağ çıkanlar için ip ucu olacak. Tahriklerime dayanamayacak ve göreceksiniz. Şimdi bile sinir küpü inan. Aşağılanmaya gelemiyor hiç. Saçma sapan sorularla oyalanmıyorum artık. Bir insan kendini nasıl yener mıy mıy. İşte böyle… 

4-)

Dün aldığım onlarca karardan sonra, dakikalarca süren motivasyon amaçlı telkinlerim bittiğinde; gözlerimi kapatarak, sonraki gün huzur içinde uyanmayı beklemem gerekiyordu sadece. Tahmin et ne oldu. Önce bir mesaj, sonra ışığın gözünü alması ve kurcalanan telefon. Küçücük bir aletin, hayatım üzerinde bu kadar önemli bir rolde olmasını hazmedemeyerek kapatıp, küçük dünyama bir seyahat etmek istedim. Başaramadım dost. Çünkü bildirimler kısmında birikmiş onlarca sosyal paylaşım zımbırtısı, beni kendilerini tavaf etmem, farizemi yerine getirmem için davet ediyorlardı titreşerek. Kıramadım tabi, hemen turladım hepsini. Zihnimde, ona buna salça olduktan ve unutup aynı şeye birkaç kere daha yorum yaptıktan sonra, sabahın ilk ışıkları yerine ekranı seyretmiş oldum uzun uzun. Her şeye rağmen normalleşme sürecimin saçma düşünceler ile sekteye uğramasını istemediğim için, “herkes böyle yapmıyor mu sanki; seni anarşist köpek!” diye kendimi aşağılayarak, zihnime nüfuz etmeye çalışan düşünceleri, tekmelemek sureti ile geri püskürttüm. 


“O entel bakışlarını çek şimdi insanların üzerinden seni lanet olası!” diye bağırarak rahatsız etmek için, sesimle hiç mücadele etmeden, kalkıp bir sigara içeyim dedim. Otelde ailem ile aynı odada kalmamdan dolayı sigarayı malum yerde, tuvalette içmek zorunda olmam, bana öncekiler gibi bir kompleks de yaşatmadı. Uzun uzun, nefes alır gibi yuttum hemen bir dal cigarayı. Garip bir hissizlik sarmıştı beni, iyi hatırlıyorum. Karmaşık düşüncelerden ziyade, garip bir şekilde düşüncesizlik hakimdi zihnimde. Aynada bir gözü kapalı, diğer gözü ışıktan kamaşan o kişi ile göz göze geldiğim zaman tüylerim diken diken oldu gerçekten. 


Sabah 6’ya kadar bir şekilde debelenmiş ve iki saat sonra ayakta hazır olması gereken o kişiyle; anlamsız bir şekilde, uzun uzun bakıştık. Daha önce aynaya o kadar uzun bakmış mıydım bilmiyorum. İnceledim uzun uzun, bütün kusurlarımı gördüm. Bütün düşünceler, aynadaki yansımamın zihninde akıp gitti ve ben hepsini tek tek izledim. Diğer gözümü de açarak, hd görüntü kalitesine ulaşmışken, uyuşan bacaklarım sağ olsunlar sendeleyerek dışarı çıkmam ve yuvarlanarak, nefes seslerine boğulmuş odada kendimi yatağa atmam gerekti. 


Olay işte tamda buradan sonra başlıyor. Telefon ile münasebet halinde iken; feysde” empat hayat” adında bir yere denk gelip, iki saat falan kitlendiğim için; tuvaletteki fırtına öncesi sessizliğinin karşıma böyle bir yıkım ile nasıl çıktığını hala anlayamıyorum. Okuduğum ve mantıksız bulduğum, unuttuğum ve yıllar boyunca birikmiş o konu hakkındaki her şey bir anda birleşerek beni bir şey için ikna etmeye başladılar. Tam uyku ve uyanıklık arasında bir anda, yüzümün sağ tarafı yastığa yapışık ve ellerim yastığın altında iken, yön değiştirmek istedim. Doğrulduğum anda saatlerdir uyuyor gibiydim. Uykumu aldığımı(!) hissettiğim için; beynim, “aha farklı bir tecrübe!” diyerek, bir anda olan olaya konsantre oldu. O sırada, fırsattan istifade bende kendimde empatik yetenekler olduğuna inanmış oldum. Sonra fıtı fıtı git sigara iç. Düşün. Biraz daha düşün. “Birazdan Azrail’in seni uyandırmaya gelecek ve ona uyanmak yerine ruhunu teslim etme gibi bir şansın da olmayacak!” diyen ve uzun zamandır ilk defa mantıklı konuşan iç sesime, sigarayı o döngüyü kırmak adına yarıda söndürerek cevap verdim. Yastığın soğuk yerine koydum başımı ve uyudum. 


Her şey ne kadar güzel değil mi dost? Uyandığımda ne oldu biliyor musun? Anlatayım. Gördüğüm inanılmaz rüya, uyandığımda beni dokuz çocukla ortada kalmış bir garibin ruh haline soktu. Kapılma olum böyle şeylere rüya sadece derken tabirine baktım ve daha kötü oldum. Güne utanmasa aerobik ile başlayacak çılgın otel ahalisi, gözümün içine içine “bu hal ne lan?” der gibi bakarken ben devrilerek ilerliyordum. Gözlerim seçemiyordu hiçbir şeyi. Birkaç saat önce verdiğim karar, aylardır kahrolmalarım falan, hepsini unuttum; sadece rüyayı düşünüyordum. 15-20 dakika, bir çeri domatesi kurcalayıp, her açıdan inceledikten sonra… Siktir et… 


Sana şimdi geldiğim noktayı anlatayım. Bir yerden tuttum bu sefer. En azından mıy mıylanmak rahatsız ediyor artık. İyi enerji ve kötü enerji olarak iki kategoriye ayırdım insanları ve iyi enerjili olanlara çekilirken, kötü enerjili olanlardan kaçıyorum. Kötü enerji uzmanlık alanım oldu koklayarak bulurum hepsini. Hücrelerini biliyorum onların hücrelerini! 


Bana biraz güzellik lazım dedim ve gece 8 gibi biraz yürüyüş yapmaya karar verdim. 5 dakikada bir durup sigara içmelerim olmasa, vücudum biraz daha ıkınıp endorfin salgılardı ama olmadı… Gaza gelip, tenha diye yokuş yukarı yürüdüğüm için; yanımda bir yerim ağrımaya başladı artık, dalak mıdır nedir bilmiyorum. Asfaltın kenarına dayanıp etrafı kestim biraz, çar çakal var mı diye. Sonra oturdum kenarına yolun. Dost, biliyor musun uzun zamandır kendimi ilk defa iyi hissettim. O kırıntılara öyle güzel sahip çıktım, öyle çok doldurdum ki içimi mutlulukla, bir anda içimdeki kalabalıkla beraber neye uğradığımızı şaşırdık. Sanki yaptığım şey anormalmiş gibi bir anda silkinip kendime gelmek istedim. Yer yüzü bir anlığına da olsa değişti biliyor musun? Havanın koktuğunu ve ısısını hissettim. Rüzgarın sesini. Gecenin bir saatinde tribe sokan kuş seslerini falan, hepsini sıkılmadan tek tek hissettim. “Biraz daha yürüyeyim, demek şifam buradaymış” dedim. Kalktım ve bir daha oturdum aman kaybederim, büyüsü kaçar diye. Müzik açtım telefondan. Entel bir apaçi gibi yerde debelenerek müzik dinledim. İnceledim modu. Bu “frekansa nasıl girilir?” falan, hepsini tek tek düşündüm. Ve inanır mısın, öğrendim 10 sularında dost! Tüttürerek otelin önüne geldiğimde, milletin bakışından huy oldum iyice. Artık orada ne yaşıyorsam nasıl bir surat ifadesi varsa yüzümde; bakan bir daha ve bir daha bakıyor. Sevgi pıtırcığı gibi sekerek odaya geldim ve terapinin eşiğindeki 3. günde görevimi yerine getirme gayretindeyim. Arada atladığım o kadar şey arasında, hatırlamak istediklerimi yazdım. Hevesinizi kırmak gibi olmasın ama paylaştıkça artmıyor mutluluk… 

Mutluluk aletini iki saattir çalıştırmaya çalışıyorum. Öğrendiğim şekliyle, istediğim zaman olmuyormuş onu anladım. Bozuldu hemen. Üzülmedim nedense, içimde bir yerlerde hala yeşilini koruyan bir doğanın varlığını görmek sevindirdi beni. Bir süre bunu düşüneceğim. Şimdi müziği kapatıp bir sigara daha yakıyorum. Sonra yarım kalmış kitabıma devam edeceğim… 

5-)

Fark ettim ki, sevgilerimden bahsedememişim sana hiç. Yüreğimden dışarı çıkaramamışım ki bahsedeyim be güzelim. Mahremime hangi satırı dokundurabilirim ki ben? Hangi dile tercüme edilebilir ki yürek dili? Neyse bırak şimdi bunları sana bir hikaye anlatmak istiyorum şimdi… 

Zamanın birinde sorumsuz bir kartal, yumurtasını kümese düşürür. Anaç piliç görür yumurtayı ve endişe ile taşır yuvasına. Diğerlerinden büyük yumurta, hemen daha orada sırıtsa da, potansiyel yavrusu bilir ve oturur üzerine piliç. Gel zaman git zaman, bu yavrular ciyak ciyak doğarlar. Debelenip oynar, annelerinin arkasında gezer dururlar bir süre. Ergenlik çağına geldiklerinde bizimki kartal yavrusu olur bunlar civciv. Anne endişeli tabi ve geçer günler bir bir. Aldığı onca ileri derecede gaga kullanma dersine rağmen bir türlü gagasını denk getirip de tutturamaz arpayı yavru. Diğerleri her öğünde siler süpürür ne varsa. Günler geçer ve bizim yavru iyice zayıf düşer. Anne ne verirse beğenmez. Annesi, sahiplerini suçlar hormonunu fazla kaçırdıkları için. Kümeste sıkıntılar baş gösterir falan. 

Neyse günlerden bir gün, bir gölge düşer kümes meydanına. Geniş kanatlı, heybetli bir kuş? Çok yüksekten uçar, dönerde döner kümesin üzerinde. Anne endişeli, civcivler korkulu, horozda şekil şukul hareketler. Bizim yavru kartal da imrenerek bakar o kuşa bilmeyerek kendinden olduğunu. Açar kanatlarını fakat kardeşleri dalga geçer. Anne, çocuk kafayı yedi diye triplerde falan. Bebeler gözlerinden yaşlar gelerek gülmeye devam ederler. 

Neyse gün gelir yüreğinde sonsuz bir mavilik belirir yavru kartalın. Bakışları delip geçer kümesin ötesini. Açlığına haram kardeş eti. Dalga geçer bizim yeni yetme tavuklar. Yavru o heybeti ile sindikçe mutlu olur sözde iyi niyetli civcivler. Anne kahroluyor bu arada dost. “Ben göğü istiyorum!” dedikçe, bunlar debelenerek gülerler… 

Bu uğraşır da beceremez bir türlü gagasını arpaya denk getirmeyi. Bunlar şov yapar gibi her öğün silip süpürmeye devam ederler ne varsa. Artık kartal olmuştur ama çökertip dururlar bizim elemanı. “Vefa borcum var kümese. Yerim burası değil. Kardeş eti haram bana, açlığımı dindirmiyor çamurdan eşelediğim arpa. Bir gökyüzüne meyilli istidadım. Bakışlarım sığmıyor bir kümeslik mesafeye. Geçen her kartal gölgesi ile açılıyor kanatlarım.” 

“Bana uçamayacağımı inandırdılar ey dost! Hiçbir zaman iyi bir tavuk olamayacağım için kahroluyorum. Kötü bir tavuk olmam, diğer tavukların yeteneklerini keşfetmelerini sağladı. Teknik teknik arpa eşeleyerek nispet yapıyorlar sürekli. Açlık beni çok yordu ey dost. Annem bile korkar oldu benden. Kardeşlerimde değişik bir çekingenlik. Bütün derslerim rezalet. Millet amuda kalkarak arpa eşelerken, bende hala tık yok. Adım çıktı kümeste. Kümesin delisi olduk iyice. Mücadele edecek takatim yok! ” 

“Birini yesem vicdan azabı kemirip duracak içimi. Kıyamıyorum iki dirhem et için. Etrafım alabildiğine tavuk, civciv, yumurta, arpa, “gıdak” ve çamur. Mutlu değilim burada ey dost! Hapishane bana bu kümes, diğerlerine cennetken, bana cehennem. Kardeşlerim bir garip davranıyor bana. En küçük eksikliğim, bir arpayı düşürsem gagamdan mesela, onlar için avuntu. Sayemde hepsi kendini mükemmel hissediyor. Bazen öfkelensem de çabuk yatışıyorum. Dedim ya takatim kalmadı dost. Ne zaman “gökyüzüne aitim” desem gülüyorlar bana. Kanatlarımı gösteriyorum, onlar da kendilerinkini… 3 bin yıllık tavuk tarihinde, uçana daha rastlanmamış, öyle diyor bilge tavuk. Ortada görünmediğim zaman her şey ne kadar da güzel onlar için. Bir kartal geçse gökyüzünde onlar korkarken ben imreniyorum. Bir gün vefayı falan siktir edip, alıp şu ibnelerden birini gagamın arasına gideceğim buralardan….” dedi kartal gökyüzüne baktığı yerden. Anne ordan bık bık. Kardeşler gene çillaka ve sevindirik… Falan filan işte ne bileyim. Geç oldu. Daha anlatacağım çok hikaye var sana ama takatim yok ve saat geç oldu. Yarın yine yazarım. 

Rutine bindirmeye çalışıyorum şu terapi işini. Birkaç günde bayağı bir mesafe kat ettim değil mi? Tabi ya bugün de bir garip uyandım ama çok garipsemedim. Daha doğrusu önemsemedim. Çünkü, artık bazı şeylerin düzelmeye başladığını biliyorum. İçimde değişimin alevleri yanıyor, heyecanlıyım. Bir sonraki için piştim biliyorum. Kartal falan, yumurta, düşüyor. Aynen aynen. Güzel hikaye. Bir gün üzerimden bir kartal geçtiğinde, gagam çamurdaki arpaya meylederse kümesi yıkarım! Merak etme sen dost, bakışlarım onların hayalinden çok ötesini görüyor. Korkularının kokusunu alıyorum. Bir gün kanatlarımı açtığımda ve sıçradığımda gökyüzüne, olanları anlatacağım yeniden. Şimdilik, bir süre daha sana şu ruh halinden bahsedeceğim gibi görünüyor… 

6-)

Biliyorsun yazamadım sana dün. Saatlerce araba kullanmam gerekti. Birkaç saat uyuyayım dedim ve gördüm ki dolmuşum yeniden. Saatlerce düşünmüştüm oysa. Bu sefer çıkar yol bulma ümidi ile değil ama yalnızca düşünmüştüm. Zihnimden düşüncelerin yavaş yavaş geçmesini izlerken hakim olamayıp kontrolü kaybettiğimde; bilinçaltımın kontrolü kaybetmeyerek kilometrelerce yolu, bilinçsizce bana nasıl kat ettirdiğini gördüm. Artık bunların bana beynimin bir oyunu olduğuna inancım biraz daha fazla dost. Bu bölümün canavarları boyumu çok aştı. Enerjim de düşüktü. Döndüm durdum sürekli baştan sona da bir türlü adımımı atamadım o basamağa. Şimdi ise ayağımı koydum üzerine basamağın. Çıkmak, yeni bir döngü anlamına geldiği için korkuyorum herhalde. Basamıyorum… 

Alıştığımı düşünme sakın o aşamaya. Aşamaya alışmadım kesinlikle. Yeniden bilmediğim bir yerde acı çekebilecek olmam beni biraz pragmatist düşünmeye itiyor sadece. Biraz dinlenmek istiyorum. Sezdiğini sandığın şey üzerimdeki melankolik hava falan değil yanılıyorsun. Üstesinden geldim onun bir şekilde. En azından artık seçim şansım oluyor. Gördüğüm rüya yüzünden olabilir gerçi. Bayağı ilginçti. O saçma sapan kurguda bile strese girip, kendimce bir şeyler yapmaya çalıştım ve 3-4 saniyelik bir sürede gene bir haftalık sıkıntıyı çekmeyi başardım. Sigaram bitti gece yeniden yazarım…

6.5-)

Yazmak sanki bir ritüel, bir günah çıkarma seansı halini aldı artık benim için. Dilim, bir iki haftadır, aylarca süren ihanetimin intikamını alırcasına, bir iki cümle için bile olsun dönmemek için ısrar ediyor. Naz değil bu yanlış anlama… İncittim onu. Cümlelerimi saklıyor benden zihnim. Ne zaman yazmak istersem sadaka gibi avucuma koydukları ile idare etmek zorunda kalıyorum. Geceleri biraz yumuşuyor da sarılıyorum kaleme… Desem de anlatamam ona. Açıklasam da anlamaz, biliyorum. Açıklamam da… Bu gece izin verdi herhalde biraz olsun muhabbet etmeye. Zor da olsa döndürebiliyorum düşünce dilimi. Biraz tutuğum sadece. Seninle yeni tanışmanın heyecanını atamadım henüz üzerimden. Çok farklı bir tecrübesin benim için… 

Seninle daha önce konuştuklarımı bir samimiyet göstergesi olarak algılamanı istemem. Çünkü niyetim samimiyet değildi inan. Mecburdum biraz akıtmaya zehri. Süzdüm, süzdüm, süzdüm günlerce süzdüm. Uyandığımda, yemek yerken, yaptığım her şey ile biraz daha süzdüm geriye en saf hali kalabilsin diye. Galiba bugün yazmak için doğru bir an olacak. Bir parçaya denk geldim. Yüreğimi sezdi, buldu, baktı, uzun uzun baktı; açtı içini, beğenmedi ve parçaladı. Yapabilirsem eğer, onu da dinleteceğim sana… 

Sigarayı küllükte söndürecek yer bulamadığım zaman anlarım genelde bazı şeylerin ters gittiğini. Normal zamanlar titizimdir. Huzursuz eder düzensizlik. İnsan neye sahip değilse onu arzu etmeye meyilli ya, aklımın karmaşasını maskelemek için de bedenim düzeni seviyor herhalde… 

Neyse küllük dolar dolar boşalırdı genelde. Hatta dökmek için küllüğü, özel bir çöp kutusu bile almıştım. Daha doğrusu, yalnızca küllük döktüğüm için o amaca özgülenmiş oldu. Neden düzelttim diye düşünmedin biliyorum ama bunu da açıklamam gerekiyor. İkisi arasındaki fark ne kadar açık göremiyor musun? Birisi bir insanlığın maskesi aslında. Diğeri ise biziz. Maskemizi çıkardığımız zaman ortaya çıkan kırık dökük suretlerimizden utandığımız için böyle. Bir gün benim kafama girebilirsen ne demek istediğimi ben söylemeden bile anlayacaksın ama şimdi bırak bunları da devam edeyim… 

Fiziksel ve ruhsal tezatlığım genelde odamda açığa çıkar. Önce zihnim, ondan sonra da masam dağılmaya başlar yavaş yavaş. Çok fazla ayrıntı vermemem için uyarılar alsam da zihnimden, dediğim gibi bir süre daha tahrik etmek zorundayım bazı şeylerin gün yüzüne çıkması için. Neyse en son öyle bir hale gelirim ki masada yalnızca su ve sigara olur. Vücudum: “Bana zulmediyorsun sahip! Sebebi ben değilim, sensin!” diyerek haykırmaya başlayınca, mantığım ve aklım arasındaki fiş takılır ve bir şeyleri düzeltmem gerektiğini anlarım. Ne olduğunu bulana ve sıra bedenime gelene kadar da bayağı bir zaman geçmiş olur ya her şeye rağmen, bir şekilde beni hep hayatta tutmayı başarır. 

Zili çalarsın ve salyaların akmaya başlar. Paulo’nun köpeğinde denedikleri, benim köpeğimde işe yaramıyor. Temel yaşam fonksiyonlarını gösterebilmek için edindiği birikimi önemsemiyor zihnim. Kandırmak için, güzel bir müzik ile uzun süren bir temizlik yaptım. Ilık su ile ve en sevdiğim müzikler ile uzun uzun yıkandım. Odaya geldiğimde bir tütsü yaktım sandal ağacı koktu ahşap duvarlar. Öylece bir sigara içerken ayakta, müzik bir başka dokundu bu sefer. Aynı parçayı bir başka hissettim. Buradaki garipliği düşünürken tam, bitmişti sigaram. Küllüğe götürdüm biraz uğraştıktan sonra ve ancak basabildim diğerlerinin üzerine. Yine anlamamıştım ama söndürdüğümü sandığım sigara sönmemiş, diğerlerine de nüfuz etmeye başlamıştı yavaş yavaş. Bunu görünce anladım ancak ama anlamamış gibi yaptım. Biraz su döktüm hemen üzerine. Yapış yapış olmasına rağmen çöpe akıttım suyla karışık cesetlerini. Odaya biraz parfüm sıktım; zaten oda yeterince kokuyordu ama normal olduğuna inandırmaya çalıştım kendimi acizce. 

Sence kandı mı? Hayır…. Ne dediğimi anladığını sanmıyorum. Sana çok küçük bir şeymiş gibi geliyor olması sıkıntımı hafifletmiyor. Bana bunu, “İnsanlar stresliyken sigara içerler ve sen dalgın bir insansın. Rutinini kısa bir an için değiştirmiş olman neden bu kadar yıkıcı olsun ki?Tamam anlıyorum, bunun senin için sembolik bir değeri var ama böyle yaparak bahsettiğin şeyin ekmeğine yağ sürmüş olmuyor musun? Seni gerçekten anlamıyorum… Boşluktan oluyor hep bunlar. Gerçekten sıkıntı çeksen, böyle götünden uydurduğun şeylerle kendini diri diri gömmezsin her gün. Alt tarafı bir dalgınlıktı; aa müziği dinlesene!  

“Bir kere aşağılıksın sen! Dünya’da gerçekten acı çeken o kadar insan arasında sen bir utanç kaynağısın senin iç cephelerindeki mücadelelerde şakaklarını sıyırıp geçen kurşunlar yok sefil mahluk! Diri diri gömüyorsun kendini! İyisin, gerçekten düzeliyor; görüyorsun. Bazı şeyler düzelir, bazıları aynen kalır. Yazıyorsun takip etmek için ama birkaç gün sonra bunu neden yaptığını bile unutacaksın. Bizi inkar edemezsin! Bir fırsatını bulup…” 

Neyse bir önemi yok. Sana biraz daha o eşsiz müzikten bahsedeyim. Yüreğimi sunduğum zaman nasıl da burun kıvırdı bir görseydin. Anladım onu inan. Ama bencillik ettim, sarıldım notalarına. Bir daha tuttu yüreğimi, dağılmış parçalarına tek tek dokundu. Sorgulamadan, yalnızca görevini yapıyormuş gibi hepsini tek tek okşadı, temizledi ve bir bütün haline gelene kadar yoğurdu melodisi ile. Parça bittiğinde bir daha açtım. Başladı diğerindeki gibi, biliyordum önceki gibi hissedemeyeceğimi ama şaşırttı beni. Yüreğime kanatlarını yakana kadar yaklaştı ve birkaç kıvılcım süresinde kayboldu… 

Damarlarımda gezer oldu müzik. Nasıl bir cezbe hali olduğunu anlatmak isterdim ama yetmez kelimeler bir saniyesine bile. Paslanmış yüreğimin uzun süredir o kadar güzel sesler çıkarabildiğine şahit olmamıştım. Aylardır kapalı duran çelik kapıyı usul usul açtı birkaç dakika içerisinde. Bütün yaralarımı, saniyeler geçmeden sardı, sarmaladı. Öfkeyi, kini, nefreti süpürdü attı layık oldukları yere. Yerine sevgi ve aşk koydu elinden geldiği kadar. Bitti müzik parmakları yavaş yavaş çekilirken yüreğimden, ne kadar sahiplendim bilmiyorum ama bir kere daha çalsın istedim çaresizce. Geldi yeniden. Bekletmeden geldi uzaklardan usul usul. Yaslandı yüreğime bu sefer, hiç teprenmedi. Söylemeye başladı o güzel ezgisini ve alıştırdı beni tenine. Bittiğinde gitmediğini gördüm. Söyletmeden kalmıştı. Minnetimi nasıl gösterebilirim bilmediğimden, çıkardım hüznü hemen içimden. Yerine mutluluk koymaya çalıştım artık elimde ne kadar varsa. Dönüp bakmadı bile. Önemsemiyordu sunduklarımı. Onu öylece bıraktım ve yanına kötü bir şeyi yaklaştırmamaya çalışıyorum 1 saattir. 

Aklıma ne zaman bir şey gelse kalbim hızlı atmaya başlar. Kaç kişilik bir hayal canlanıyorsa zihnimde o kadar çarpar yüreğim. Sarsılsın istemiyorum şiddetinden. Aklıma tek bir soru işaretini getirmedi gelişi. Kimse üzerine alınsın istemiyorum. Bu sizin sahte, şımarık, basit sevişlerinize bir gönderme değil, asla! Bu o güzelliğin dilimin dönmemeye ısrarına rağmen yapabildiğim tasviri. Sizin basit heveslerinizi, ulaşamadığınız erdem noktasında hissettiğinizi sandığınız duyguları onunla yan yana koyar mıyım sandınız be sefil mahluklar! 

Sana meylim yok. Yüreğin pas tutmuş. Tıpkı benim, o dokunmadan öncem gibisin. Yıkadı, parlattı beni anlattım ya sana. Yıkan, parla önce sen de. Geldiğinde bir şeyi saklayamacağını hala anlamadın mı? Uzun süredir gerçekten bakmıyorum bile kimseye. Gerçekten baktığım zaman gördüklerim, temizlenmiş bedenlerinden çok ötesi oluyor her seferinde. Görmemem gereken şeylerin ağırlığı yüzünden bağlı gözlerim. Hem de aylardır bağlılar! Kopuk kopuk sandığım parçalarıma, çok uzaklardan bakabildiğimde ancak görebildim aslında ne ifade ettiklerini. Ayrıntılar mesafe arttıkça önemini yitirirken ben nasılda hep yakından bakmayı tercih etmişim. Dünya üzerinde görünmez bir nokta olana kadar küçülttüm kendimi ama bir şekilde mikroskobik de olsam, devlerin arasında yaşamak zorunda olduğumu, o kibirli bakışlarını gördüğümde anladım… 

Devlerin arasında yaşamak… Ekmek almaya gittiğimde, bakkal işleten deve parayı uzattığım zaman; her şeyden habersiz bir şekilde bana attığı o bakışı görünce farz oldu. İçlerindeki açlığı gidermek için; zaman, mekan, insan gözetmeden, fırsatını buldukları ilk anda üzerine çullanmak için bekleyen, avını kokusundan tanıyan yırtıcılar gibi mücadele eden devlere karşı savunmasız olmamayı istemek anlaşılabilirdir belki senin için. 

Birkaç gündür anlık da olsa kalkmaya başladı artık kontrolü elimde olmayan göz perdelerim yüzünden gördüklerim karşısında tir tir titriyorum. Bakışlarımı çevirip bir daha baktığımda silikleşiyor ama bütün savunmam da düşüyor daha ilk taarruzda. Kaçıp gitmek savaş meydanından, hangi yiğide yakışır soruyorum? Kaçamıyorum ama üzerine de gidemiyorum. Birkaç saniye sonra, ne saldıran var ne de savunan… 

Gözlerimi kapatıp, zihnimden aman diliyorum her paragrafta. Biraz olsun izin verse de bitse bu ızdırap. O beni, ben onu deniyorum günlerdir. Böyle bir savaşın kazananının olmayacağını düşünme! Göreceksin… Her cümlede kan gövdeyi götürse de göreceksin! Önemli olanın yalnızca bunun bir savaş olduğunun idraki. Henüz yeni tanışıyoruz seninle. Belki tanırsan, bir gün gelir sen de çarpışırsın benimle. Korkma dokundurmam sevdiklerime kimseyi… Gözlerimi kapatıp ne kadar aman dilesem de; evrenin bütün inadı, öfkesi şu vicdansızda can bulmuş gibi. Baş edemiyorum… Susmam gereken yeri bilmediğim zaman, benden intikamını misli ile alıyor genelde. Belki karışık geliyor olabilir sana söylediklerim. İnan o karışıklık dilimi daha bilmediğinden. Biraz bilsen bu dili, anlayacaksın o karmaşanın üzerindeki düzeni. Sana sembolik gelen şeylerin, sembol olduğunu sandığın günlerin özlemini çekeceksin belki. Belki düzen bilip, sen de karışacaksın buraya. Bir şekilde öğreteceğim sana. Bana inan. Her seferinde kendine şaşıracaksın. Şaşırman hiç azalmayacak. Hiçbir kelime eskimeyecek senin için. Basit düşüncelerini, heveslerini, isteklerini attığın zaman görmeye başlayacaksın. Satırların sana iç sesinle bir başka seslenmeye başladığında işiteceksin dediklerimi ilk kez. Kokusu gelecek, dokunacaksın hayalinde onun kadife tenine. Bana inan, yaşayacaksın dediklerimi. Gördüklerimiz, dokunduklarımız arasında, bunu gerçekten yapabildiğimiz o küçük alan içerisinde, bize kendimizi kaybettiren ezgileri ve manzaraları düşün. İnkar mı ediyorsun işitemediklerini? Yoksa görmediklerin yok mudur senin için? Bunlar sana bir masaldan fazlasını ifade edince kıvrılıp oturacaksın ezginin zarif bedeninin yanına. O zamana kadar sahiplenirim seni. Sorgulamadan açarım kapılarımı sana. Sadece baktığım yerin karmaşık olduğunu, orada durunca anlayacaksın. Belki seni de korkutacak gerçekten görmek ama bakışlarını oradan her çevirdiğinde bir dünyaya ihanet ettiğini düşünecek ve yeniden bakacaksın. Kendi mezarına toprak atacaksın ve kimse kendileri için yaptıklarını bilmeyecek… 

“Asla, asla, asla… Böyle sanman ne kadar da hoş. Biliyorsun, bu frekansa tutunamayacak. Hem sen orada olduğunu nereden biliyorsun ki? Birimizi sustursan, diğerimiz konuşacak! Sana ne lan? Neden, biz olduğumuzda kaybedecek çok şeyi olan sensin. Hayır! Buna sonrasında sanat deyip çıkamayacaksın işin içinden! İçten içe bilecekler bu sayfayı kapattığın zaman! Yine seninle olacağız. Daha ne kadar dire…” 

Önceleri yazmak, bana bir sokak başında durup, yanımdan geçen insanlara bir papatya uzatmak gibi gelirdi. Yüzüm silinir ama papatya baki kalırdı. Saçtım, savurdum bana ait ve güzel olan ne varsa. Hepsine tek tek anlamını yitirttiler. Bilinçli bir şekilde yaptılar bunu. Öyle bir hale geldim ki, sağımdan soluma dönmeye üşenen ben; cümle başında yaptığım yanlışı, oraya gelene kadarki her şeyle beraber silip, öyle düzeltecek kadar feda etmeye alıştım sahip olduklarımı. Yerine koyduklarım hiç eskileri gibi olmadı. Hep daha çok yanlış yaptım. Yanlışlar o kadar çok işledi ki içime; dilime, duruşuma, kokuma yansıdı. Fikirlerimi soyunup;derimi, aklımı soyunup ve yüreğimi, aralara sıkışmış ne kadar kötülük varsa temizlemeye çalıştım. Fakat nafile… 

Ben hepsini tek tek giyinene kadar, yerlerini hiç tecrübe etmediğim kötülükler doldurmuştu bile. Giyinmediğim tek şey yüreğim olmuştu. Bugün onu da giydim. Saatlerdir suretimi görmeye korkuyorum. Maskeleri elim titreyerek koydum bir kenara. Bir gün hepsini yakacağım. Üzerlerine yapışmış yüzlerimi de beraber yakacağım. Çok uzaktan anlayabilecek biri. Çok uzaktan insan gibi görüneceğim belki. Ama kurtulacağım hepsinden… 

7-)

Yeri gelir yemek yemeği bile unuturum ama sen içime işledin herhalde. Seninle konuşacağım zamanı iple çekmeye başladım artık. Neyse konuya başlayayım en iyisi… 

Biraz sosyalleşmeye çalıştım bugün. Arkadaşlarla hasbıhal etmek için toplanmaya karar verirken dahi, başıma gelecekleri az çok biliyordum. Buluştuğumuzda nasıl davranacağımı bilemedim inan. Hepsinin ayrı ayrı psikolojileri, amaçları, sorumlulukları, sebepleri, sonuçları toplandı etrafıma. Onlar birbirleri ile konuşurken ben çevremdeki halka ile konuştum uzun uzun. Tamam biliyorum davranışları bir kalıba oturtamazsın ama o masada yaşadıklarım gerçekten çok garipti. Yapay, zoraki tavırların, bir anlamda önüne geçmek için çabalarken; zihnim de bedenim de ne yapıyor unutmuştum gerçekten. Bir iki sorgulayıcı bakışı ve anlamlandırma girişimini savuşturduktan sonra, bakışlarımı diğer masalara çevirdim. Onlar da dahil oldu etrafımdaki halkaya. Bütün ruh halleri, amaçlar, sonuçlar kibarca sokuldu yanıma. Usul usul ne düşüneceğimi beklediler. O boyutta bir beklentiyle daha önce karşılaştım mı hatırlamıyorum. Çaresizce ve elimden gelen tek şey olarak uzun uzun hepsine baktım. Kimse konuşmadı. Bakmaya devam ettim. Onlar bana, ben onlara üzerimizden binlerce düşünce geçerken yalnızca birbirimizi seyrettik… 

Unutmadan söylemek istediğim bir şey var. Parmağım telde kayarken çıkardığı sesi çok severim. Tel, öyle mağrur yerine getirir ki görevini… Çıkardığı “ah” sesidir asıl tını. Ahşaba çekilir bağırışları da, oradan bulur bir yol; öyle işitirsin. Bilirim teli de ahşaba germeden çıkarmaz ses. Benimde dilim, ruhum gerilmeden çıkaramıyor işte ses. Zamanından önce ne ben sana ne de sen bana dokunamayacak biliyorum. Zamanlar bitmek bilmez ve bende sabır erdeminden çok az kaldı. Nedense biliyorum ulaşabileceğimi bir şekilde. Ulaşmak için çabaladığım her an karşıma çıkan engellerden biliyorum sende bir şeyler olduğunu. Üç dört gündür tanışıyoruz sadece ama şimdiden seni çok sevdim bunu bil… 

Anlatmıştım sana önceki yazılardan birinde. Bir zaman önce üzerimden bir kartal geçti. Ben ağzımda arpa tanesini kemirirken, kümes ahalisi önce kartala sonra bana baktılar bir şeyler ima eder gibi. Anlamadım çiğnedim durdum. Geç bunları dost, geç bunları. Hemen kanma iki çift söze. Sana gerçekten söylemek istediklerim deminkilerden çok farklı. Açacak o kadar çok kapım var ki, daha önce açtıklarımla tükenmiyor söyleyeceklerim. Sıkıp göndermek istiyorum meclisimizden hak etmeyenleri ki seninle baş başa kalabilelim… 

Ne kadar komik değil mi insanların birkaç paragrafa dahi tahammül edememesi? Kim bilir neleri daha böyle kaçırıyorlar? Çabalamadan ulaşmak bir şeye, dilenmekten farklı mıdır sence dost? 

Geçenlerde bir felsefe hocası beni arkadaşına anlatırken, “temel soruları takmış kafasına” dedi. Onu, arkadaşını ve kendimi, kısa bir an birbirimiz arasında oluşmaya çalışan bağı fark ettiğimde gerçekten tanıdım. Sonra arkadaşı çekti dikkatimi. Bir cevher vardı onda. Yeteri kadar işlediğini ve buna yaşadıklarının sebep olduğunu düşünüyordu. Aramızdaki yaş farkından dolayı ne kadar zihni bana bilinçsizce yönelip içindekileri kusmayı arzu etse de, o bilinçli bir otorite kurmaya uğraşıyordu. İzin verdim… Bir şeylerin ters gittiğini anladıysa da çok üstelemedi. Olması gereken olmuş gibi bıraktı zihnini ellerime. Artık görmemi istemeden bakmıyorum kimseye dost. Aklında, yaşadıklarının kapanmayan izlerine dokundukça yanıyordu canı. Dışarıya benden daha çok maskesi olan birini gördüğüm için heyecanlandırmıştı o durum beni. Zihni bilincini ortadan kaldırıp kontrolünü iyice ele geçirince; yaş, beden, kariyer ve tecrübelerden sıyrılıp orada baş başa kalabildik. Gözleri bana bakıyor ama orada ne yapacağını bilmiyordu. Kendi yaşadıklarımdan bahsettim ona uzun uzun. Kendi yaşantısından bahsetmeye başladığımda direndi olamayacağına önce, sonra kırıldı kapıları. Bağdaş kurup karşılıklı oturduk manada… 

Yazdığı kitabı anlatmasını istedim. Yazdığım kitabı anlattım ona. O bana anlattı, ben ona. O bana okuttu biraz, ben ona. O kadar küçük ihtimaller bir araya gelerek tanışmamıza vesile olmuştu ki, bunu ona anlattığım zaman kendisi de şaşırdı. Zihni farklı bakıyordu gözlerime, kendisi farklı. Tam olarak ne zaman kırdık duvarlarımızı da bıraktık kendimizi bilmiyorum. Zihni ne zamandır susmuş, ne kadar zamandır birikmişti bilmiyorum. Ama içinde ne varsa, öyle bir aktardı ki bana kalan son perdelerde öylece yırtılmış oldu. Her bir perdesine karşı, bir çiftini açtım ben ve en sonunda eşitlendik. O anlattı ben dinledim. Soğuktan vücudum titrese de dinledim. Soğuktan konuşamayacak hale gelene kadar anlattı. En sonunda ona ismini sordum. O zaman tanışmanın böyle kalıplarla alakası olmadığını anladım dost. Halkalarını tek tek geçmeme müsaade ettiğinde; geçmişinin, geleceğinin, düşüncelerinin, sebeplerinin sonuçlarının anlamını yitirdiği yere kadar beni götüreceğini bile bile müsaade etti. O bana söyledi ismini ben de ona ve el sıkıştık. Başta oturacak yer olmayan otel lobisinin balkonunda kendimize geldiğimizde, yalnızca etrafı toparlayan garsonlar ve biz kalmıştık. Maskeleri, gereksiz olduğunu bile bile taktık. Fakat kimsenin şikayetçi olduğu yoktu inan… 

En zor zamanımızda koşmuştu zihinler birbirine. Sorumluluklar hatıra gelmeye başladığında anlayabildik. Zihnimizi çıldırtırcasına tırmalayan şeyler el değiştirmişti dost. Yeni gelen şeyleri tecrübe etmemiş olmamızın heyecanı ile çıktık iki kişilik dünyadan. Işıklar loştu fakat zihnim sanki yeni uyanmış gibi sevinçle dokunuyordu düşündüğüm her şeye. Odaya geçip yatağa uzandığım zaman bütün o sesler, o kadar anlamlı hale gelmişti ki inanamazsın. Hepsinin bir anlamı olduğuna inandım o an. Üzerimden bir kartal geçmişti ve bana bir aptal değil de kartal olduğumu ısrarla tekrar etmişti. 

Yumurtadan ilk çıktığımda meylettiğim gökyüzünü ancak şimdi idrak edebiliyorum. Mevlana’ya geçmişini yaktıran ruh bu biliyorum… Estetik kaygısı gütmeden yazmak… Girişin, gelişmenin ve her bir sonucun, bir diğerinden önemli olmamasının benim için ispatı yazdıklarım. Bittiğinde hepsini tek tek numaralandıracağım. Bitene kadar her yazıdaki reankarnasyonmun soy ağacı olarak hepsi tek tek numaralandıracağım… 

Burada çocuktum. Bak şurada büyüdüm diyebileceğim geleceğime o zaman. Bir buhranı kağıda dökmek, ancak yaşayan için anlamlı olabilir dost. Seni buna dahil ediyor olmam yalnızca cesur bir seçimdi. Baştan beri anlamayacağına olan inancım sürükledi buna ama artık hiçbirinin bir önemi yok. Görmemeye direndiklerim ,parmaklarım tuşların üzerinde bilinçsizce kayarken çiziliyor zihnimde. Noktaları, virgülleri nereye koyduğumu; ne ile başlayıp ne ile bitirdiğimi bilmiyorum inan. Her yazıda bir başka değerimi keşfediyorum. Hepsini birleştirip yazacağım son yazıda nasıl da tamamlandığımı göreceksin. Bana dua etmene ihtiyacım var. Tecrübesizim. Karanlıkta el yordamı ile ilerlemek ve aydınlandığında dünyam, meydana çıkacağım yer endişelendiriyor beni. 

Van Gogh’un resmettiği asık suratlı adamlara dönmeden ve nefesim tükenmeden daldığım yerde aradığımı bulmak istiyorum… Zihin öyle bir şey ki, bilgi tutunamazsa sen kaybedersin. Ne kadar tekrar edersen et orada bilginin tutunacağı bir yer yoksa onunla beraber kayıp gidersin. Eğer zihninde varsa tutunacağım bir yer, sana tam da o kadar anlatıyorum. Oraya tutuna tutuna var olacağım. Bedenimin toprağı yeni koparıldı dünya canından. Ruhum üflenmedi daha. Avuç avuç taşıyıp toprağı, orada öyle can bulacağım. O zaman gerçekten tanıştık diyebileceğim. Dilime söz geçiremiyorum bugün. Ne kadar bölmek istemesem de, çok çekilmezim bugün. Kendime dönmem lazım. İyi geceler sana güzel insan. Şimdilik iyi geceler… 

8-)

Her yerde acı çeken insanlar var! Belki algımın seçmek istedikleridir onlar ama evrenin o dengeleyici mutluluk kısmı nadir çarpıyor gözlerime. Ne yapabilirim ki? Gördüğüm zaman bir hüznü tanıyorum hemen. En taze duyguların katledildiğini görmek ne acı. Kiminde nesne, kiminde öznesin. En güzel duyguların adandığı ve onları hak etmeyen bedenler. Duyguların kağıda dökülüşü. Biraz duygun varsa içinden dışına taşan, insanlar direk kalbinde bir dişi olduğunu düşünüyorlar. İçten içe o fikir dönüp duruyor zihinlerinde. Ne dersen de boş. Senin sahip olduğun beyinden onlarda da var bir tane ve insanlar senin hayatını ağzından çıkan tanımlamalara göre değil de kendi çıkarımlarına göre çizmeye çalışıyorlar zihinlerinde. 

Anlayabiliyorum septik bir toplumun sonucu olduğunu. Yüz yüze iken %20, telefonla konuşurken %60, yazarken %90’lık bir yalan söyleme potansiyelini içimizde barındırıyoruz. Yalanın acısını o kadar çok çektim ki artık bir takıntı haline geldi benim için. Söyleyen insana karşı buz gibi oluyorum anında. İnan o kadar safız ki hemen ele veriyoruz kendimizi. Onları sakladıklarına inandırmak zorunda kalmak ne kadar acı geliyor bir bilsen. Mıy mıy mıy sanırım artık uzaklaşmış olmalı bizim burada olmaması gereken tayfa. Onları çıplak hatun resimlerine, kalıplaşmış acı cümlelerine ve etkileşim kurmadan yaşayamadıkları kendi cinslerine terk edelim dost. Sana söylemek istediğim bazı şeyler var… 

Biraz daha garanti olsun diye yeteri kadar sıkıcı olmasına özen gösterdim bu sefer. Emin ol sen dışında kimse olmayacak burada. Ulusa seslenirken ben, sesimi yalnızca sen duyabileceksin. Sen bunları okurken, ben okuyan gözlerini izliyorum. Bir sağa bir sola kıvrılışını seyrediyorum takdirle. Şimdi konumuza dönelim… 

Boşluk gördüysen öncesinde bir daha bak! Orada gözlerimi sana dikip sustum dakikalarca. Yalnızca varlığının orada olduğunu bilerek sustum. Sen benden belki saatler sonra hızla aşağı inerken, ben senden bir zaman önce o boşluğu sessizliğimle doldurdum. Her zaman bir şeyler anlatmak şart değil ya, seninle birazda sessizliğimi paylaşmak niyetindeyim bugün… 

Artık önceki boşluk kadar anlamsız değildir senin için şimdiki boşluk. Ben susuyorum ama hayat dolduruyor o boşluğu gibisinden işlenmemiş edebi cümleler kurmak değil niyetim inan. Ben sessizliğimle işlerken boşluğu, eskisi gibi mi kaldı sence? Fark etmiyor musun içine işlemiş cümleleri. İzin ver zihnin doldursun biraz. İzin ver ki sen o boşluğa bakarken duymaman gereken şeyleri duysun zihnin. Geçen bir araba, kalbin ve nefes sesini işitene kadar bak benim gibi o boşluğa. Kulaklarındaki çınlamayı hissettiğinde anlayacaksın o anlamsız yorgunluğu. Zihninin nasıl da canla başla çalıştığını kendini fark ettiğinde göreceksin. Şimdi sana biraz daha sessizlik sunuyorum cömertçe… 

Sana yazma sürecimden bahsetmek istiyorum bugün. Yakında tanışacağımız zaman gelecek ve benim hakkımda daha çok fikir sahibi olmalısın. Yazmak için masaya oturduğum zaman yazmak dışında ne yapabiliyorsam yapmaya başladım bu aralar. Zihnim bu mücadeleyi kaybetmem için elinden geleni yapıyor. Dikkatimi bir noktada toplayabildiğim nadir zamanlarda ise hemen heyecanlanıp bir sigara yakıyorum ve ancak boğulmanın eşiğinde çıkabiliyorum daldığım yerden. Yazdıklarımı genelde iki perdede yazarım. Biri sınırlı olur, yüzeysel ve çoğunluğa hitap eder. Hor görülen anlamdır ilk perde. Onu geçmek için gerçekten belirli şeylerin üstesinden gelmiş olmak gerekir ki, zaten ancak o zaman aralanabilir ikinci perde. 

Bunu sana birkaç cümlesi ile izah etmek istiyorum. “Zihnim bu mücadeleyi kaybetmem için elinden geleni yapıyor. Dikkatimi bir noktada toplayabildiğim nadir zamanlarda ise hemen heyecanlanıp bir sigara yakıyorum ve ancak boğulmanın eşiğinde çıkabiliyorum daldığım yerden.” 

İlk perde tamamı ile ilk cümleden itibaren işlenen fikre zincirli, insanların istediği türden ve okuyup geçmek için ideal beyinlerin arzu ettiği perdedir. Hisseder, ne demek istediği üzerinde düşünmez, okur ve beynin verdiği emek karşısında aldığı ödül ile tatmin olarak ilerler. Eleştirir, durmadan eleştirir. Çünkü ilk perdede yeteri kadar alan kalır diğerine geçemediği zaman. O cümlelere basarak kendini yüceltir durur. Öyle bir hale gelir ki, satırlar onun hak etmediğini anlayarak okumayı bırakmasını emreder ve o hemen daha zevk aldığı şeylere döner… Diğer perde ise sanatın, edebiyatın, felsefenin işlendiği, ucu bucağı olmayan perdedir. Oraya girmeyi başardığın zaman ve sıyrıldıysan eğer seni saflıktan uzaklaştıracak her şeyden, tutarlar elinden usulca. Hazırla kendini güzel insan artık hak ettin seni benim dünyama götürmeye karar verdim bugün. Sıyrıl şimdi beden kabuğundan. Çıkar zihninden bundan önce ne biliyorduysan ki tutsun ellerinden satırlar. Bilmediğin bir yeri sana zevkle tanıtır onlar emin ol… 

“Zihnim bu mücadeleyi kaybetmek için elinden geleni yapıyor.”  Neredeyse bir yıldır ne o bana ne de ben ona güç yetiremedik bir türlü. Noktalama işaretlerine ve ne yapmaya çalıştığıma takılırsan, ben sana anlatsam da geçemezsin ikinci perdeye unutma. Dedim ya her şeye rağmen hak edenlerden başkası asla göremeyecek. Evrende zıttı ile kaim olmayan bir şeyin olmadığı tek yer Allah’ın makamı. İnsanı kamil sürecinin emekleme döneminde pes etmiş olduğumuz için mutlaka bir zıttı olacak her anımızın. Okuduğunu anladığını sandığın zaman bile, çifter çifter açılır anlam kapıları sen de birini seçerek girersin içeri. Her an yaptığın seçimlerin sonucu gezdirir seni anlamın girift sokaklarında. Önce dardır, uçurumlardan ayakların sendeleyerek geçersin üzerine daha basılmamış patikalardan. Her seferinde yeni yeni yaratıklar ile mücadele etmek zorunda kalırsın biri sana kibri fısıldar, biri artık piştiğini. Ayağın kayar sürekli ama devam ettikçe sen, o anladığını sandığın her anın inkarı ile gerçek anlam için ilerlersin bitmek bilmeyen o yolda. Önemli olan gerçekten yaşamaksa eğer, tıpkı anneni ya da babanı diğer bedenlerden farklı kılan o anlam gibi, sen de kendi anlamını bulmak zorundasın dost. Nedenlerin gerçek cevabını ise ancak o patikalarda yürüyerek bulabilirsin. Yanına alabileceğin biri varsa bile daha ilk andaki seçimlerde mutlaka ayrılır yolunuz. Orada yalnızlık mutlak ey güzel insan. Fakat bu yalnızlık ezberlediğin diğer yalnızlık gibi değil. Oradaki tek gerçek yalnızlık ve o dünyada çoğul sözcükler bilinmez. 

Zihnim ile mücadelem işte burada doğmuştu benim. Heyecan ile çıktığım bu yola işaretler bırakarak uzun uzun yürüdüm. Günler çabuk geçti ve aynı günler aylara devrildi sonra. Bıraktığım işaretler eskidi ve yavaş yavaş silindi. Karşıma yolumu ve beni saptırmak isteyen o kadar fazla şey çıktı ki birinde mutlaka yenilmiş olmalıyım. Çünkü yolumu kaybettim ben dost. Kaybolduğum yerde tutunacak bir şey olmadığından, zihin canavarımla tutuştum bir mücadeleye. Yiyip duruyoruz birbirimizi. Neden bilmiyorum ama ipleri kalbimin eline vermeyi seçtiğimden beri ihanete uğradığını düşündü ve bana düşmanmışım gibi davranıyor… 

“Dikkatimi bir noktada toplayabildiğim nadir zamanlarda ise hemen heyecanlanıp bir sigara yakıyorum ve ancak boğulmanın eşiğinde çıkabiliyorum daldığım yerden.” 

Daldığın anlarda, yani asıl bildiğin gerçek flulaşınca, ruh nefesin yettiği kadar kalırsın hayalde. Dikkatini gerçeğin emmediği nadir zamanlarda, daldığın süreler de uzar. Derinlere doğru kat ettiğim mesafeler arttıkça bir heyecan sarar bedenimi ve hemen bir sigara yakarım. Bakarım ama göremem. Gittiğim o alemde, baktığım yerden eser kalmayana kadar devam eder ve öyle bir hale gelir ki asıl gerçeğin yerini hayalim alır. Önce odak, bir hayale, bir gerçeğe derken şaşırır kalır ne yapacağına. Dedim ya, dikkatimi bir noktada toplayabildiğim nadir zamanlarda uzak gözlüğümü takmış gibi netleşir bir anda ve daldığım yere adapte olur hemen zihnim. Vurgun yiyene kadar devam eder bu dalış. Nefesin tükendiğinde o kadar yolu geri dönemeyeceğini bilirsin. Her seferinde olduğu gibi bilinçsizliğine yenilir ve baygın çıkarsın yüzeye. İşte bu kısaca bir fikrin kolektif zihin okyanusunun derinliklerinden çıkarılmasıdır. Zihnin, geçirdiği baygınlıktan sonra kendine geldiği zaman; hatırladığın birkaç şeyi üst üste koyarak devam ettirir ve ancak öyle ilerleyebilirsin o yolda. Bulduğun şeyler gerçeğine ve hayaline oksijen, besin, devamlılık sağlar…Semboller tarihinin daha tarih olmadığı zamanlardan bu yana, kolektif zihinde yapılan kazı çalışmalarından çıkanlar, içinmizde birike birike işlenmiş olmalı gen havuzumuza. 

Herkes bakar, daha az kişi görür ve ondan da azı gerçekten bilir. İnsanlar tarih boyunca hangi derinlikten olursa olsun çıkardıklarını birbirlerine sunarak şu haline getirdiler Dünyayı. Yaratıcının sanatını icra ettiği süreci yüzeysel algıladığımız için bu kadar eksiğiz. O(c.c) ol der ve olması bu aciz süreçte 13 milyar yıl alır. Zihinsel mutmain noktamızın ne kadar zaman gerektirdiğini bilebilecek kadar derinlere dalamıyorum dost. Orada mücadele edebilecek kadar güçlü değilim. Daldığım mesafeler arttıkça, karşıma çıkan anlam kapılarında doğru seçimi yapmak gerçekten zorlaşıyor. Bir hata önce günlere mal oluyor. Sonra haftalara. Yıllara dağılıyor veba gibi ve ben üzerini kapatmaya çalışsam da içten içe zihnimin kontrolünü ele geçirmeyi başarıyor. Tıkanıp kalıyorum orada. Orada kendime geliyor, asıl diye bilinen gerçekte baygın kalmaya başlıyorum. İnan bunun bir sınırı yok. Karanlıklara, cesurca yaptığımı sandığım ve görev bilerek taktığım ışıklar, artık gökyüzündeki yıldızlara döndü. Neresi diye karıştırıp duruyorum… Sonra devam ederiz. 

19-)

Silmeyeceğime söz vermiştim ama yazıp yazıp siliyorum bugün. İçimdeki amaca karşı masumiyetimi kayıp mı ettim dersin? Geleceğime, geçmişimin vesikası olarak yazmak durumunda olduğum şeyleri binlerce kez manipüle etmeden şuraya dökemiyorum. Beni bekleyen binlerce sorumluluğum var. İçlerinden birisi de bitirmem gereken kitabım. Utanç içindeyim. Bu halde ona gidip kendimi açıklayamacağımı biliyorum. Fakat bu sürecin de bir sonu yok ki… Uyumak istiyorum şimdi. Sana anlatmak isterdim ama kendimi o anlamda yeterli hissetmiyorum. Fikri uzuvlarım sakatlandı. Vücudum uzun zamandır uğraşıp da salgılayamadığı endorfini birkaç gündür doğal yollarla salgılamaya başladı. Bu ilginç durum karşısında bir öfori haline geçince de, o heyecan ile uzun zamandandır yapmak istediğim ne varsa yapıyorum. Yarım bıraktığım kitapları bir çırpıda bitirdim. Yapmam gereken işler için bir çok adım attım. Falan filan işte. Son birkaç gündür ne kadar da yaşıyorum. Ne kadar da dünyalığım bir bilsen. Biraz et, biraz da kemik kaldım. Döndüğüm yerler bir zaman sonra işin içinden çıkılmaz bir hal ala ala, olduğum yer iyice klostrofobik bir hal almaya başladı. Söylediğim her şeyi on kere minnet ederek yazıyorum şu an. O kadar yazmak istemiyorum ki, bu yazıyı yazarak saatlerimi gözümü kırpmadan harcayabilirim. Söylediklerimin tamamını söyleyeceğim günler çok yaklaştı artık. İçim içime sığmaz oldu. Yarın açıp kitabı bakmak istiyorum biraz. Beni görünce nasıl bir tepki verecek gerçekten çok merak ediyorum. Tekrar iletişim kuramayacağımızın korkusu içimde o kadar büyük ki yarına kadar hiçbir şey yapasım yok. İyi geceler şimdilik yarın tekrar yazarım. 

(Maskelerin yakışmadığı ve hatta o insana karşı varlığından utandığı durumlar nadir gelir başıma. Bir anda öyle bir durumun içinde buldum kendimi ve çok tecrübesizim. Tanımadığım birine duyduğum saygı yüzünden elim ayağım bir birine dolandı. Odada dikkatimi dağıtacak ne varsa düzenledim. Yaktım bir tütsü; ağır geldi söndürdüm. Pencereleri açtım, oksijene boğdum odayı. Üzerimde ismimin yazılı olduğu hediyeyi açtığımda, müziğin üzerimdeki tesirini görmek korkuttu beni. Tanımadığın birini, uzaktan varlığını sezinleyerek, aşama aşama bilmek kolay rastlanabilecek bir durum değil benim için. Ruh sesini işittiğim birinden gelen mesaj heyecanlandırdı beni ve kendisi bunun farkına ancak saatler sonra varabilecek… Uzun zamandır ne zaman karamsarlığa kapılsam bir yerde karşıma çıkıyordun. İnce ince dokunmuş saflık. Özenle tekrar tekrar işlenen cümleler arasında, varlığının bilinçsiz işaretleri… Gözlerimi birçok kez kaçırmama rağmen kaçamadığım o ihtimali hatırlatan ve yazıldığı amacın çok dışında beni köşeye sıkıştıran onlarca yazı. Hiç tanımadığım bir bedenin içine saklanmış kocaman bir ruh her yazıda gözlerimin içine bakmayı sürdürdü. Birkaç kere yokladığımı hatırlıyorum. Konuşan bedenin arkasında göz göze geldiğim ve sonrasında bütün şüphelerimin yerini saygıya bıraktığı o ruh… 

Bütün şıkların doğrusunu şans eseri seçmiş olabileceğini düşünerek kapatıp bir kenara koymaya çalıştıysam da olmadı. Şans eseri olamayacak kadar küçük bir ihtimalin eseri olmalıydı. Saf bir bilinç ruhun kendisini korumasını bir şekilde sağlamış diye düşünürken; bir yazısında ruhunun, duygularının maskelerinden belki sadece bu platformda arınarak, görünen amacının gölgesinde can bulduğunu gördüm. Bir ara dikkat kesildiğimi hatırlıyorum. Öyle ki, cesurca ruhunu çizecek hale gelmiştim. Bu belki onun da bilmediği bir durum, o yüzden açıklamam gerekiyor. 

Araya girecek bir bedenin, menfaatin, mesafenin olmadığı bir makamda kişiyi görebilmek çok karşılaştığım bir durum değil. İnsanlar, orada bütün kapılarını marifet sanıp kapatmayı çok küçük yaşlarda öğreniyorlar. Yaş ilerledikçe çevrelerindeki onlarca geçilmesi mümkün olmayan halkayı nereye giderlerse gitsinler beraberlerinde götürerek yaşamaya çalışıyorlar. Bu halkalara kısaca, edindikleri tecrübeler ile tuğla tuğla örülmüş yaşayan duvarlar diyebiliriz. Herkes kendi fıtratına göre bir bahane bulup o duvarlarla imtihan etmek ister karşısındakini. Biz buna halk arasında bir çok isim taktık. Samimiyet birkaçını geçtikten; soğukluk ise, henüz o duvarların ötesinde göz gözeyken meydana gelir. Çok az insan için halkalarını yok edip öyle iletişim kurmak mümkün olabiliyor. Cümleler bir zihne dokundu mu, o zihnin genlerini sindirir ya içine; nereye giderse gitsin varlığına dair işaretleri bulup çıkarmak zor olmaz inan. Anlatmak istediğim şeyleri açıklamaya zorlayarak zihnime ket vurup, kirletmek istemiyorum bu yazıyı o yüzden mazur gör. Henüz çok yeni olduğum şu ruh halinde, hele hele halkalarımdan çıplakken konuşmak gerçekten hiç kolay değil. Ne olursa olsun, ne demek istediğimi ruhun hissedecek biliyorum. Bu yanılabileceğim bir mevzu değil. Bir kartalı, ne kadar kümese sıkışıp kalmış olsam da, nerede olsam tanırım. Bu kendi yolunda uçabilen bir ruh. Nedir bu hissettiğim sıkıntı bilmiyorum ama huzursuzluğunun merhemini bir şekilde burada bulmuş. Tutunduğu şeyleri el üstünde tutuyor. Muhtemelen çevresinde; uçtuğu yerlerin temizliğini, düzenini gerçekten anlayıp, takdir edecek kişilerin yokluğuna rağmen devam ediyor. Beklentisiz şeyler saflığa ne kadar yakın değil mi? Bir zihne dokunup da kirlenmeyen ne kadar az şeyin olduğunu bilse gerçekten ne demek istediğimi anlayacak. 

Ah, gerçekten çok cömert. “Efendimisss” diyerek avucuna gizlediği birkaç değersiz madeni oradan oraya kaçıran insanları gördükten sonra, böyle cömertçe etrafa mücevherler saçan birinin dikkatimi çekmesini anlarsın diye umuyorum. Kendimi yerine koyduğum zaman sezdiğim o derinden, sessiz sessiz kendini hissettiren hüzün umarım benim geçtiğim yolda bıraktığım izdir. Sürekli titizlikle temizlenen bir yeri kim, nasıl kirletiyor gerçekten bilmiyorum. Özgürlüğüne ket vuramamasını düşünmek istiyorum. Böylesi benim için de ümit verici… Bir çok kere bilinçsiz kurtarıcım olduğun için uzun zamandır şu yazıyı yazmak istiyordum. Bugün o kadar garip bir anda, o kadar kibar tıklattın ki kapımı; uzun zamandır zihnimde çiğneyip, oyalandığım ne varsa yuttum. Minnetimi öznesinin anlaşılamayacağı bir şekilde birkaç paragrafta özgür bırakmak niyetindeydim. Bir şekilde yalnızca sahibinin zihninde gerçek anlamda açılabilecek şekilde ulaştırmak zorunda kaldım şimdi. Minnetimi doğaya salmam ve orada sahibine dokunmadan var olması fikrini düşününce bana da anlamsız gelmeye başladı. 

Bazen aklım, mantığım, hislerim, fikirlerim ve daha konuşabilen neyim varsa öyle bir münakaşaya tutuşuyor ki… Olmam gereken yeri, kıymetini bilmem zamanı, değerli insanları, değişen mevsimleri, dönen günleri, burnumun ucundaki güzellikleri kaçırıyorum. Bir şekilde o kadar engeli aşıp da bana ulaşma yolunu bulmuş şeylere değer veriyorum anlayacağın. Kış bahçesi gibisin. Bana endişenin, karamsarlığın soğuğunda; sıcaklığı, anlamlı bir hayatı telkin ediyor o şeylerin varlığı. Şu bencil zihnimin bile çok direnmeyerek, biraz geç de olsa izin veriyor olması yanılmadığımın bir işareti olmalı. Dün bahsettiğim 2 perde arasında sıkışıp kaldığım için anlatmak istediklerimin, anlaşılmanın çok ötesinde kağıda döküldüğünün farkındayım ama elimden başka bir şey gelmiyor. İçinde bulunduğum ve buhran diyerek tanımlanmış bu enteresan basamakta oturup gerçekten tanıdık birini düşünmek, içimdeki gürültünün özneleri için bile alışılmadık. Bu durum anlaşılmadan elimden geldiği kadar, hızla aklımda ne varsa dökmeye çalışıyorum. Geçmişindeki izler… 

Belki nereye gidersem gideyim, en ufacık sıkıntıyı bile insanlardan mıknatıs görevi görüp çekmemdendir. Bilmiyorum ama ne zaman canlansa gözümde, beni amacımın dışına çıkarmaya çalışıyorlar. Bunun açıklamasını yapmak kolay olmadığı için buna kısaca empati demek zorundayım. İleri derecede empati rahatsızlığım var. Taşın, toprağın yerine bile istemeden koyabiliyorum kendimi. İnsanlarda ise durum genelde çok can sıkıcı oluyor. Hele hele bir şeyler yazan insanlarda… Maskelerini kuşanıp, görünen, görünmeyen amaçlarının kontrolünde yazdıkları yazıları okuduğum zaman; geçmişleri, gelecekleri, düşünce biçimleri, amaçları, hislerine istemeden şahit olurum. Çok az insan için durum farklı olur. Unutulmuş erdemler, sahip çıkılmış duygular, asilce verilmiş mücadelelere şahit olduğum zaman önce inkar etmeye meylederim. Bazen gerçekten çok uğraşılmış ve orjinalinden ayırt edilmesi mümkün olmayan maskelere denk geldiğimdendir belki. 

Bir insan maskesine neden bu kadar özenir ve kişiliğini nasıl olur da ona bina eder anlamış değilim. Bunları görerek hayal kırıklığına uğramamak için uzun zamandır şahit olmamam gereken şeylere karşı binlerce önlem aldım. Bir şekilde dönüp aynı yere gelmiş olsam da hiçbir şey değişmedi diyemem. Maskesiz iletişim yeteneğimi taş devrinden alıp bu zaman getirme gayesi adına bir mücadeledeyim. Değer verdiğim şeylerin ancak böyle anlamlı olacağına inanıyorum. Bir çeşit deri değiştirme gibi olacak diye düşünsem de böyle olacağını tahmin etmemiştim doğrusu. Yıllardır biriktirdiğim ne varsa harcayıp birkaç metre toprak aldım. Gönlümce ekip, biçmek istiyorum. Filizlendiği zaman beni mutlu edecek ne varsa şimdiden ekip, toprağın son ve nefes alan halini gördüğüm zaman kendimi değerli hissedeceğim. İşte şu yazılar toprağımın canını emen gereksiz otların ifşası. Bir süre sonra söküp kurtulacağım hepsinden… 

O kadar fazla manipülasyona maruz kalıyorum ki yazarken, sürekli içimde beni anlat diye hırsla sivrilen düşünceler, hisler oluyor. Başta içimde onca güzellik varken hediyeler sonuna geldiği vakit zihnimdeki yamyamlar nasıl da hemen katletmişler yazının devamında görebiliyorum bunu. Olurda silerim diye geriye dönüp okumadığım için aklına gelecek düşüncelerin beni utandırmamasını ümit ediyorum sadece. Bir kere silersem bu diğer yazılarıma da hızla sirayet edecek ve ben ne yaparsam yapayım kurtulamayacağım şu döngüden. Kadife kutularda, gerçekten özenerek sunmak isterdim içimdekileri ama böyle olabildi ancak. Fikri uzuvlarım iyileşip de yeniden tam olana kadar mahçup bir şekilde zihnimde ne varsa acımadan çıkarmaya devam edeceğim. Çok zormuş elemeden yazmak, eleştirmeden yazmak işkence gibi bir şey. Utanç hatta. Diğer onlarca yazım gibi teknolojinin doğal afetlerinden birine kurban gitmesini ne kadar istiyorum bir bilsen… ) 

10-)

Ne kadar uğraşırsam uğraşayım ümidimi kaybedemiyorum insanlığa karşı. Kimi görsem içimde eskimeyen bir heyecan ile yüreğim tir tir titriyor. İnsanlar bunu yanlış anlar mı dersin? Başta yara aldığım konularda mücadele edebilmek için, kendimi onlara benzetmek için ne kadar uğraştığımı bilemezsin. İnan anlıyorlar. Beni benden iyi tanıyorlar. Sevmek isteyen seviyor; vurmak isteyen de vuruyor hala. Uğraştım da benzetebildim mi kendimi bir sor… Kendimden gösterdiğim fedakarlık ile beslenen insanların; yemini, suyunu birkaç gün vermeyeyim bak nasıl da düşman kesiliyorlar. Çıkarları aklıma bile getiremediğim için mücadele edemememi sen de anlayabilirsin. Yıllar geçtikçe değişen çevremdeki sabitlere sahip çıkmak gayretindeyim artık. Derlerdi de inanmazdım ya öyle oldu. Bir avuç insandan fazlasına tahammül edebilmek git gide zorlaşıyor dostum. Kelimeleri seçerek kullandığım insanların, korumaya çalıştığım bir kaç erdemimi hor kullana kullana, iyi niyetimi törpüleyerek bana zarar vermelerini engellemek mümkün değil. Herkes kendi yaşama gayesinin peşinde, doğası neyi yapmasını gerektiriyorsa onu yapıyor. Kimi nankör, kimi sahte, kimi sevecen, kimi sadık, kimi ise aşağılık. Hal böyle olunca zaten az olan enerjimi, cömertçe sunarak kendimi yıprattığım onca zamanın sonrasında, biraz sessizlik istiyorum. 

İnsanlar seni bir yerden sonra tepkisiz, duygusuz, saf, enayi sanıyorlar ya en acısı da bu oluyor. Senin bin bir cefa ile yaptıkların onların gözünde kazanılmış hak. Herkeste böyle değil ya, güzel insanlar da var çevremde… Güzel sıfatları düşünmeden yakıştırdığım bir avuç insan… Diğerlerinin düşündüklerinin aksine, onları kaybedersem gerçekten bir şeyler kaybedeceğim bir avuç insan. 

Kendini nimet sayan o insanlara anlatamadığım o kadar şey var ki… Varolan değerlerini hak etmediler asla. Kendi küçük bakışlarında gördükleri şey ile aslında olanların arasındaki o ironik uçurumu anlamalarını beklemiyorum da, en azından biraz asalet be yavrum. Çıkarlar çatışana kadar herkes dost be güzel kardeşim… Asıl varlığını görmek neden hiç mümkün olmadı hiç düşünmedin mi? Sonradan erdemli, sahte tavırlarınıza saygı duymamı beklemeyin ne olur. Düşmanım olsun; asaletli, en azından, hiç olmazsa bir duruşu olsun Allah aşkına. Tüketilmiş, yavan, yakışmayan, sahte benliklerinize vicdanım sızlayıp hürmet etmem bile güzünüzde acizlik belirtisi olmasaydı en azından… 

Neyse mühim değil. Bunlara, her zaman olduğumu sandığım insana karşı sunulan ilahi sınavlar olarak baktım. Kazandım, kaybettim ama kendimden ödün vermemeyi ilke edindim. Dışarıdan gördüklerin siretinin zihnine yansıması olduğunu söylesem, içindeki o bir parça güzelliğin kırılacağından korktuğum için susuyorum. 

Kim olursa olsun bir kıymet verip, onda sevebileceğim bir şeyi bulma gayretini göstermem bazılarını saptırıyor ya hayret doğrusu. Baksam da göremiyorum ki yüzlerini bir cevap vereyim. İçini dışına çeviriyorum, utanıp kaçıyor. Anlatıyorum, nefret duyuyor. İnsana olan saygımdan ötürü, içinde uzun zaman harcayıp da belki gözden kaçırmışım dediğim o anlamlı insan cevherini görememe rağmen, keşke bilse onun için gösterdiğim bu çabanın sebebini… Güttüğü komik benlik kavgalarına tepki versem uğrayacağı yıkımdan korkuyorum dost. Ne yazık ki, böyle bazı insanlar. 

Ah güzel kardeşim bunları sana ilk anlatışım. Dayanabileceğim eşiğin ötesine geçtiğim için yıkıldığımı, şimdilerde anlayabildim. O kadar kızıyorum ki birkaç civciv için kendimi hırpalayıp durmama. Sunduğum değeri kaldıramayıp altında ezildikten sonra küfürler savuran o kadar kişi tanıdım ki, sen de baksan insan sanırsın. Deme sakın neler yaşadın diye. Ben yaşarım da söylemem. Nedense güvenemiyorum kimseye. Baktığım insanların iliklerini seziyorum. İçlerindeki körelmiş fıtrattan ne geleceğini kim bilebilir ki? Çok kere güvenmeyi tercih ettiğim için kaybettim. Hiç güvenmediğim zamanlar, ne kadar çok şey kazandığımı ise ancak görebiliyorum. Arzularını tatmin etmek için mücadele etmek de onları mutlu etmiyorsa; basit arzularına gömülüp, kendilerini zevku sefa içerisinde sanmalarına izin veriyorum artık. Daha fazla minimalize edemediğim hayatımdan gözlerini çekmeleri tek dileğim haline geldi. Bir de aptal sanıyorlar ya, ona da izin veriyorum. Daha fazla dikkatini çekmeyeyim diye. Sana garip gelebiliyor olabilir dost. Ben de kabullenemedim bir türlü. Baktığım pencereden bakıyor diye düşündüğüm için neyim varsa sundum, neyim varsa harcadım onlara. Feda olsun. Bir kere daha gelsem dünyaya bir daha aynı şekilde yaşarım. Benim gibi bakmadıklarını anlamam gerçekten o kadar uzun bir zaman aldı ki hayret edersin. Derlerdi de inanmazdım. Dediklerini yapsaydım ince ince işlerlerdi beni de kirlenirdim çabucak. Bir şekilde şükürler olsun rabbime ki, beni ne yaparsam yapayım terk etmemesine borçluyum her şeyi. Cahilliğime verdi de affetti beni çok kez. Geçmişimdeki güzelliklere de borçluyum varlığımı. Acemi, basit varlığımı işleyip bakılır hale getirdiler. Hiçbirinin hakkını ödemeye ömrüm yetmez biliyorum ya elimden bir şey de gelmiyor inan. Yollarımın ayrıldığı insanların hepsi ile gurur duyuyorum; hayatımdaki sabitler kadar hem de. 

Sanma ki sitem ettim satırlarca. Hayır, öyle değil! Bilmez miyim ki birini çıkarsam geçmişimden, temelinden yıkılır varlığım. Üzgünüm sadece, daha iyi olabilecek şeyler için. Vazgeçemediğim için değil inan birçok teşebbüsüm. Vazgeçmek zor olmadı benim için. Şefkatimi benliklerine bir rakip seçtikleri için, göremediğim kadar uzaktan basit amaçları uğruna harcayıp duruyorlar kendilerini. Ne yapabilirim ki? Kimi kin güdüyor, kimi intikam peşinde. Kendimi tatmin etmem bu kadar kolay olsaydı ben de dener miydim, inan şunları gördükçe düşünmüyor da değilim. Hayret ediyorum çabalarına be kardeşim. Nereden buluyorlar bu saçmalıklar için bitmek bilmeyen enerjiyi. Ben sevgimi göstermek için kıçımı yırtarken nasıl yanlış anlayabilir ki bir insan bunu? Nasıl olur da öfkenin, kinin, kıskançlığın, intikamın yerine doldurmaya çalıştığım güzellikleri garipserler? 

Çoğunu kendime alıyorum o yüzden, içimde saklıyorum ki şaşırmasınlar. İnanmazsın belki ama birçok maskem sadece bu iş için var. Yer, zaman gözetmeksizin nasıl sapıttıklarını gördüğümden beri gerekli olduğunu düşündüğüm bir silah o maskeler benim için. Ah… İnan bana birinin gerçek bir öfke duymasını bile özledim. Fethullah sahtelikten daha çok tahammül edecek hale geldim. Darbe üstüne darbe yaptıkları sanrısını seyrederken şaşırmıyorum bile. Hüznümün onlara olduğunu, onlardan kaynaklı olduğu sanrısının, onlar için hissettiğim üzüntüm olduğunu ne zaman anlarlar sence? 

Üzdükleri için memnunlar, üzerek bile olsun gerçekten işe yaradıklarını hissediyorlar belki de… Sorgulama kendini güzel insan. Sen onlardan biri değilsin. Onlara karşı gönlünü ferah tut. Onlar benim izin verdiğim kadarlar… Bu sefer gerçekten uzaklaşmış olmalılar. Buraya kadar sağ çıkanlar da gelsin sarılayım boynuna değil mi? Sen de hoş geldin güzel insan. Biraz sanat müziği çaldım demin. Uğraştım ve ikinci kahveyi taşırmadan döktüm cezveden bir yudumluk bardağa. İçmeye kıyamayarak uzun uzun seyrederken işlemiş beni, kilim gibi dokumuş fark ettirmeden. Onu da bırakıyorum buraya merak etme. 

Nereden nereye gittim inan takip edemedim. Bir an düşündüm ulan ölmüyorum değil mi? Gözlerimin önünden aktı gitti unuttuğum geçmişim ve hepsini yeniden sevdim. İyisini de, kötüsünü de kucaklıyorum yeniden. Bir çekişte bitince kahvem, damağımdan tadı silinmesin diye, dudaklarım kuruyana kadar içmediğim su ile biraz daha kendimi harcayınca; dedim ki, “artık yazmak farz oldu Furkan”. “Yaz , dök içini aslan parçası” dedim. Siktir et hedefleri, sorunları, insanları yaz gitsin. Çözdüm dilimdeki zincirleri sonunda. 

Rabbim sesimi işitti de bugün çözdü dilimi. Ben şükürsüz bir kul. Aciz bir et parçası olarak kapısından yüzümü nasılda nankörce çeviriyorum her seferinde. Her seferinde nasıl da gidiyorum tekrar kapısına bir bilsen. Mana da iki dirhem kaldım dost. Dağa, taşa, duvarlarına sürtüne sürtüne eridi bedenim. Bir çift göz kaldım sadece. Ruhumdan çekip de çıkaramadığım, sünüp de bir türlü bırakmayan o inatçı kene bugün ben fark etmeden çekmiş gitmiş. Yerine dokundum fark etmeden ama bulamadım onu yerinde. Bu aşamayı sağ salim atlatacağımı o zaman kendime anlatamazdım ya, şimdi tebessüm ediyorum düşündükçe. Neyse yeteri kadar taşıdım, azad ediyorum hepsini şimdi. Ellerimle büyüttüğüm bütün acıları, bana öğrettikleri her şeyin minneti ile özgür bırakıyorum… Seninle daha çok konuşmak istiyorum. Ne kadar istesemde, bu geçiş evresinde sana ulaşabilmek benim için gerçekten zor. Evet, evet sana. İnan kısık gözlerine bakınca görebiliyorum ne hissettiğini, konuşarak yorma kendini sen. Karşılıksız sunuyorum varlığımı, bir sebep aramana gerek yok. İçimde çok mu rahat bırakıyor beni ki dışarı çıkarmaktan utanayım görüşmek üzere… 

İlginizi Çekebilir
Progresif Döngü

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site reCAPTCHA ve Google tarafından korunmaktadır Gizlilik Politikası ve Kullanım Şartları uygula.

ReCAPTCHA doğrulama süresi sona erdi. Lütfen sayfayı yeniden yükleyin.

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.